Tuncer Bağışkan
Bugünkü yazım, asırlar boyunca Lefkoşa’nın idari merkezi olan Sarayönü Meydanı ile çevresinin uzak ve yakın geçmişi üzerine olacaktır. Bu yazımın çok daha detaylı bir şeklini emekliye ayrıldığım 2000 yılının Eylül ayında kaleme alarak Eski Eserler Dairesi ile Vakıflar İdaresi yetkililerine vermiştim. Bilgi derlemelerinde kaynak olarak Sarayönü meydanının eski durumunu inceleyen Camille Enlart, Major T.J. Chamberlayne, Kont Mas Latrie, Arşidük Louis Salvator, W.H. Dixon, G.Jeffery ve R. Gunnis’in kitaplarından yararlanmıştım. Şimdi ise derlenen bilgiler ışığında Sarayönü meydanının tarihi geçmişini, eski yapılarını ve renkli simalarını anımsamaya çalışalım.
SARAYÖNÜ MEYDANI VE LÜZİNYAN KRALİYE SARAYI
Lefkoşa’nın en eski idari merkezi olan Sarayönü Meydanı adını Lüzinyan döneminde meydana inşa edilen Lüzinyan Kraliyet Sarayı’ndan almaktadır. M.S XVIII. Yüzyıla kadar “Orduönü Meydanı”, daha sonraları ise “Sarayönü”, “Saray” ve “Konak” adlarıyla da anılan meydan ile çevresinin çoğu karanlıkta kalmış uzun bir tarihi geçmişi vardır. İngiliz Sömürge dönenimin başlarında “Sarayönü Meydanı” ile “Hükümet Konağı Meydanı” adıyla anılırken, Gigi lakabıyla bilinen Dr. Themistoklis Dervis’in Lefkoşa Belediye Başkanlığı dönemine rastlayan Mart 1943 tarihinde ise buraya “Atatürk Meydanı” adı verilmiştir.
Kıbrıs’ın başkenti olan Constantia (eski Salamis) kentinin M.S VII. Yüzyılda başlayan Arap akınlarında yakılıp yıkılması nedeniyle adanın idari ve askeri merkezinin daha güvenli olan iç bölgelere taşınması gerekmekteydi. Nihayet en uygun yerin Lefkoşa olduğuna karar verildiğinden, Bizans döneminin sonlarına rastlayan M.S XI’inci yüzyılda başkent Lefkoşa’ya taşınır.
Lefkoşa M.S 1192 yılında başlayan Lüzinyan döneminde (M.S 1192-1589) de başkent olarak kullanıldığından şimdiki mahkeme binalarının bulunduğu alana “Lüzinyan Kraliyet Sarayı” yapılmış ve sarayın ana giriş kapısına Lüzinyan armaları konmuştu. Sarayın yayılma alanı ise bir sıra dut ağacının bulunduğu şimdiki Dikilitaş’a kadar uzanmaktaydı.
1589 yılında adaya egemen olan Venedikliler, bazı değişikliklerle sarayı ‘Vali Konağı’ olarak kullanmaya devam ederler. Kıbrıs’taki egemenliklerini simgelemek için Karmel Kilisesi’nin önündeki meydana da tepesinde St. Mark’ın aslanı bulunan bir sütun dikerler.
Osmanlı döneminde (M.Ö 1570/71-1878) bazı değişiklik ve eklentilerle Vali Konağı olarak kullanılmaya devam eder. Konak dikdörtgen planlı ve iki katlıydı. Giriş kapısından sonra kemerli bir geçitle, çevresi sütunlu revaklarla çevrili olan bir orta avluya ulaşılmaktaydı. Avluda bir kuyu ile idamların gerçekleştirildiği büyük bir ağaç bulunmaktaydı. Orta avludaki merdivenlerle üst kata ulaşılmaktaydı. Bu katın bir bölümü valinin dairesi, diğer bölümleriyse ikametgâhı olarak kullanılmaktaydı. Yerlerde hasırlar, kapılarda ise perdeler vardı. Sarayın alt katı ise daire, ahır ve merkezi hapishane olarak kullanılmaktaydı. 1873 yılında Lefkoşa’yı ziyaret eden A.L. Salvator’un anlattığına göre, hapishanede, borçlularla gayri Müslimlerin ve Anadolu ile öbür eyaletlerden getirilenlerin hücreleri ayrı ayrı yerlerdeydi. Duvarların kenarlarında ve orta yerde mahpuslar için oturma yerleri bulunmaktaydı. Meydandaki Sarayönü Camisi’nden ayrı olarak, sarayın giriş kapısının üst başında küçük bir mescit vardı. Mescidin Flamboyant/Alevli stilindeki penceresi saray yıkıldıktan sonra yerinden alınarak Lapidari Müzesi binasının kuzey duvarına monte edilmiştir.
Osmanlı döneminde meydanla çevresine mahkeme, cephanelik, Kadı’nın evi, askeri hastane, telgrafhane, çarşı, kahvehane, Sarayönü camisi (Orduönü mescidi), Sarayönü medresesi, hamam, türbe, su kuyusu, çeşme ve bir de mezarlık yapılır. Lefkoşa’nın nüfusunun zamanla artmasıyla meydandaki askeri birlik şehir dışına kaydırılırken, meydana Osmanlı stilinde avlulu, çatılı, oluk kiremitli, saçaklı ve cumbalı evler de yapılır. L. Salvator’a göre kerpiçten yapılan telgrafhane caminin avlusunda yer almaktaydı. Hatları 1872 yılında bir İngiliz firmasına yaptırılmıştı. Telgrafhanenin yanında, Osmanlı kadısının evi bulunmaktaydı. Evin büyük bir limon bahçesi, kapısının iki yanında ise direkli birer lamba vardı. Askeri hastane Kadı’nın evi civarındaydı. XIX. Yüzyılın başlarından1930’lu yılların sonuna kadar meydana bayram yeri kurulurken, Cuma günleri buraya, at, eşek, sığır, keçi, koyun ve küçük Baf katırlarının satıldığı büyük baş hayvan pazarı da kurulmaktaydı.
İngilizler’in adaya ilk geldikleri 1878 yılında sarayın bir kanadı vali konağı, bir kanadı ise hapishane olarak kullanılmaktaydı. İngiliz döneminin ilk yıllarında Hükümet Konağı ile Hapishane olarak kullanılmaya devam eder. Ancak Kıbrıs’ın ilk yüksek Komiseri olan General Garnet Wolseley burada değil de, kentin bir mil kadar güneybatısındaki Cikko Medoşu’nda oturma tercihinde bulunur. Böylece harap durumdaki sarayın yıkılarak yerine kamu binalarının yapılması için saraydaki hapishane, yenisi yapılana kadar, Büyük Han’a taşınır. Lüzinyan Kraliyet Sarayı’nın görkemli giriş kapısının korunması için 1896 yılında zamanın Kamu İşleri Dairesi müdürü Frank Cartwright, mimar William Williams ile George Jeffery tarafından değişik planlar çizilmiş olmasına karşın, kapının statik durumunun buna elvermediği tespitinde bulunulur. Böylece şimdiki binanın merkezi kısmının planları, 1899 yılında Kamu İşleri Dairesi müdürü olan Charles Bellamy tarafından çizilir. Binanın temeli 14 Haziran.1900 tarihinde Yüksek Komiser tarafından atıldıktan sonra inşaat 1904 yılında tamamlanır. İlkin mahkeme binaları, posta dairesi, tapu dairesi ve komiserlik olarak kullanılmaya başlanır. Ancak zamanla ihtiyaca yanıt vermediğinden, 1920’li yıllarda merkezi binanın doğu ile batısına, arkasına ve Sarayönü sokağı tarafına yeni bloklar eklenmek suretiyle son şeklini almış olur. 12.5.1237 tarihinde Kral George VI’nın taç giymesinin anısına binanın çevre duvarının güneydoğusuna bir kürsü yapılarak cephesine İngiltere Kraliyet arması monte edilir.
VENEDİK SÜTUNU
Adaya hakim olan Venedikliler Kıbrıs’taki egemenliklerinin bir simgesi olarak Salamis harabelerinden getirdikleri granit sütunu Carmelite / Karmel Kilisesi’nin (şimdiki Sarayönü Camisi) önünde bulunan meydana dikerler. 20 ayak yükseklikte ve 70 cm çapında olan sütunun tepesinde bir başlık, onun da üzerinde St. Mark’ın aslanı bulunmaktaydı. Sütunun üzerinde oturduğu altıgen kaidede Venedik hanedanına bağlı ailelerin mermerden armaları, Latince bir yazıt, sütunun yanında mermer bir lahit ve M.S XV. Yüzyıla ait mezar taşları bulunmaktaydı. Kaidenin çevresindeki 6 armadan yalnızca Donata, Contarine, Passaro, Michiel ve Querine ailelerine ait olanlar günümüze kadar gelebilmiştir. Sütundaki Latince yazıtın okunuşu ise şöyle: “Bu ülkenin insanları zenginlik ve güzelliğin değil, bozulmamış inancın peşindedirler.”
Osmanlı döneminde sütunun tepesindeki Venedik Aslanı yerinden kaldırılır, İngiliz Sömürge İdaresi döneminde ise şimdiki yerine monte edilir. O sıralarda meydanda bakkal dükkânı bulunan Kemalettin Ali Seyyah’ın 30 Teşrin Sani (Kasım) 1915 tarihli günlüğünde, Sarayönü Camisi’nin avlusundaki sütununun 8 Şubat - 2 Ağustos 1915 tarihleri arasında yerinden alınarak şimdiki yerine dikildiği, tepesine ise bakırdan bir küre konduğu bilgileri yer almaktadır.
ORDUÖNÜ MESCİDİ (SARAYÖNÜ CAMİSİ)
M.S. XIV. Yüzyılda şimdiki caminin bulunduğu yerde Carmelite (Karmel) Kilisesi vardı. Carmelite tarikat üyelerinin kullandığı bu kilisenin bir kubbesi, çevresinde ise Kudüs kralı, Fransız kralı, Norman dükü ve diğer soyluların gömülü oldukları bir mezarlık bulunmaktaydı.
Osmanlı döneminde meydan önce “İnzibat Birliği” ile “Askeri karargâh”, daha sonra “Askeri Merasim Kıtası” tarafından kullanıldığından, askerlerin ibadet etmeleri amacıyla meydandaki Carmelite kilisesi camiye dönüştürülür ve buraya “Orduönü Meydanı” adı verilir. Kimi kaynaklarda kilisenin olduğu yere 1690/91 yılında Kıncı (Kılıç) Ali Paşa adına bir mescit yapıldığı kaydedilirken, kimi kaynaklarda ise 1820-1824 yıllarında caminin Ali Paşa’nın adıyla bilindiği kaydedilmiştir. İçi geleneksel Türk stilinde olan bu caminin çatısı iki sivri kemerle taşınmakta, bir yanında ise bezemesiz bir minare bulunmaktaydı.
1873 yılında camiyi ziyaret eden A.L. Salvator, caminin avlusunda bulunan ve üzerinde Yunanca yazılar olan taş lahidin, abdest almak amacıyla kullanıldığından söz etmiştir. Bu lahit 1980 yılında yerinden alınarak Haydarpaşa Camisi’nin güney kapısının önüne taşınmıştır.
Eski cami 1900 yılının Ocak ayında gerçekleşen yersarsıntısında yıkılarak harap duruma gelir. Şimdiki caminin planları ayni yıl İngiliz mimar Fenton Atkinson tarafından Kuzey Afrika İslam stilinde çizildikten sonra 26.11.1901 tarihinde eski caminin yerine temelleri kazılmaya başlanır; inşaat muhtemelen 1903 yılında tamamlanır.
KIBRIS MUHASSILI ESSEYİD MEHMET EMİN EFENDİ VAKIF ÇEŞMESİ
Mahkeme binalarının güneydoğu köşesinde yer alan ve bir zamanlar Arabahmet suyuyla beslenen bir meydan çeşmesidir. 2 Şubat 1760 – 6 Ekim 1767 tarihleri arasında Kıbrıs’ta bulunan İtalyan Giovanni Mariti, bu çeşmeden şu şekilde söz etmiştir: “(Sarayın) bitişiğindeki meydanda, Türk işi bir çeşme vardır ki, şehirdeki diğer çeşmeler gibi çok iyi suyla ikmal edilmiştir.”
Kıbrıs Muhassılı Esseyit Mehmet Emin Efendi Vakfı ile ilgili vakfiye kayıtlarında, çok eskiden yapılmış olan bu çeşmenin, 1816-1821 yılları arasında kendisi tarafından yenilendiği ve oluşturduğu vakfa dahil edildiği bilgileri yer almaktadır. Şimdilerde Mevlevi Tekkesinde sergilenen ve bu çeşmeye ait olduğuna inanılan mermer kitabesinde şu kayıt bulunmaktadır: “Sâhibü’l-hayrât ve’l hasenât. Kıbrıs muhassılı Muhammed (Mehmed) Emin Efendi. 1229 (1813/14)”
İşlevini yitiren çeşmenin üst kısmı önceleri sekizgen planlı bir kasnak üzerine oturan kiremit çadır örtülüydü. Ancak üst örtüsü 1950’li yılların sonu veya 1960’lı yılların başlarında ortadan kaldırıldığından sadece alttaki su deposu günümüze gelmiştir.
EVKAF İDARESİ ARKASINDAKİ TÜRBE
Eskiden Lefkoşa Evkaf İdaresi’nin arkası ile Sarayönü camisinin karşısındaki çok büyük bir badem ağacının altında, içinde yan yana iki mezarın bulunduğu üç kemerli bir türbe vardı. Türbedeki mezarların Lefkoşa’nın Osmanlılar tarafından alınması sırasındaki sokak çarpışmalarında şehit düşen iki komutana ait olduğuna inanılırdı. Türbeyi bir şemsiye gibi koruyan badem ağacı, Lefkoşa’daki ağaçlar çiçek açmadan önce çiçek açar, diğer ağaçlar çiçek açıp tomurcuk vermeye başlayınca da yapraklarını dökerdi. Adları unutulan bu iki şehidaya ilişkin bir rivayet Rupert Gunnis aracılığıyla günümüze kadar gelmiştir. Rivayete göre, Hasan Efendi adında bir kişi iki şehidanın mezarlarına her gece kandil yakarmış. Gece olunca bir şişeye koyduğu yağı tutuşturarak mezarların sabaha kadar aydınlanmasını sağlarmış. Ancak oğlunu evlendirdiği gün şehidaların kandilini yakmayı unutmuş. Düğün sonrasında evine gidip uykuya dalınca, birinin omzunu salladığını hissederek gözlerini açmış. Karşısında uzun boylu, kahverengi sakallı, uzun cübbeli ve pala kuşanmış bir kişinin durmakta olduğunu görmüş. Kızgın bir dille ona "yaklaşık 400 yıl önce ölen arkadaşım ile benim mezarımdaki kandili niye yakmayı unuttun? Askerlerin mezarları unutulmak için mi?" dedikten sonra ortadan kaybolmuş. Bunun üzerine bir kutu kibrit aldıktan sonra Lefkoşa’nın ıssız sokaklarında koşarak mezarların başına varıp şehidaların kandilini yakmış. O geceden sonra bu görevini unutmamış, şehida da ona görevini hatırlatmak için bir daha mezarından çıkmamış!
SARAYÖNÜ MEZARLIĞI VE MAHMUT PAŞA ŞEHİDASI
Osmanlı devrinde Vali Konağı’nın çevresi “Şehitlik” ve “Mezarlık” olarak kullanılmaktaydı. Bir mezar da sarayın giriş kapısının solunda bulunmaktaydı. Ancak İngiliz Sömürge İdaresi döneminde meydanın çevresine devlet dairelerinin yapılmasına karar verilmesi üzerine, 1896 yılında Fetva Eminliği’nden alınan fetvaya dayanılarak buradaki mezarların bazıları Girne Kapısı mezarlığına nakledilir. 1 Ocak 1938 tarihinden itibaren de buraya ölülerin gömülmesi yasaklanır.
Sarayönü Mezarlığı’nın dağıtılmasıyla ilgili Fetva’yı veren Müftü Hacı Ali Efendi’nin torunlarından Meladyalı Emine Ali Feyzi Ağabey’den şu bilgileri sağlamıştım: “Eskiden ‘ölet’(kolera) gelir ve kapılara gara kilitler asılırdı. Çünkü kolera giren evin bütün insanları ölürdü. Ölenleri de Sarayönü Mezarlığı’na gömerlerdi. O sırada Kıbrıs Müftüsü olan Hacı Ali Efendi dedemdi. Hükümet Konağı sırf Rum tarafına değil de Türk tarafına yapılsın diye, Sarayönü mezarlığının bozulması için fetva verdiydi. Fetva verdiği için Sultan Adbülhamit tarafından görevinden azledildi; iki ay sonra da göreve iade kararı (nasbı) geldi. Ancak bu karar geldiğinde dedem kahrından ölmüş ve cenazesi Girne Kapısı mezarlığına gömülmek üzereydi.”
Şimdilerde sadece Emniyet Genel Müdürlüğü avlusundaki 3 mezar ve Mahmut Paşa ile Polis sokaklarının kesiştiği köşesinde bulunan “Mahmut Paşa Şehidası” günümüze gelmiştir. Bugün adak adanıp mum yakılan Mahmut Paşa’nın mezarı önceleri yol içindeyken, İngiliz Sömürge döneminde şimdiki yere aktarıldığı anlatılmaktadır. Mahmut Paşa’nın, Zahra burcunda mezarı bulunan Zehra Sultan’ın eşi olduğuna inanıldığı gibi, bir fetih şehidi, ya da ermiş biri olduğuna da inanılmaktadır. Çok yaşlı ve esmer biri olduğu, göbeğine kadar uzun bir sakalının bulunduğu ve istediği kişilere yardımcı olmasına karşın, istemediği kişilere de uğursuzluk getirdiği anlatılmaktadır.
SON SÖZ
Yaklaşık 800 yıl süreyle Kıbrıs’ın idari merkezi olan Sarayönü Meydanı’nın mimari dokusu, tanıklık yaptığı dönemlerin görkemli yapılarıyla zenginleşirken, eskiyen çoğu yapılarını da yitirdik vefasızlığımızdan birer birer. Ya meydana varlıklarıyla hayat veren o renkli simalar? Dellal Salim, antikacı Ahmet Aziz, dellal Mustafa Hasan Çoronik, tüccar Ahmet Sedat, kitapçı Hazım Remzi, antikacı Mehmet Hoca, antikacı Yekta Remzi, tatlıcı Raşit Bedevi, eczacı Macit, eczacı Münür, kitapçı Hikmet Afif Mapolar, bisikletci Kemal Köse, fotoğrafçı Ümit, eczacı Selma Bolayır, sigaracı Mustafa, Kahveci Mulla Hasan, ciğerci Mustafa, Garanfilli, Ya Mustafa, Bulli, yemişçi Osman Gezer, boyacı Rauf, sıkma portokal suyu satan Asaf Arap, sandviççi Ahmet, mahallebici Mehmet, çorbacı Salih, dellal Tahsin Ali Riza, Vedia Barut, eczacı Kamuran Aziz, mobilyacı Kalıçay, kahveci Vehbi, taksici Balcı, taksici Gamber, taksici Bambino, taksici Mehmet Tirilli ve daha niceleri bir film şeridi gibi geçer gözümüzün önünden birer birer… Ne çabuk da geçti o güzelim yıllar, yitirdiklerimize rahmet, aramızda olanlara sağlıklı uzun bir yaşam…