Sarayönü’nden hatıralar... (2)

Sevgül Uludağ

ÜÇ YAŞINDAN 16 YAŞINA KADAR...

Aslında kütüphaneye ben henüz üç yaşındayken annemle birlikte gitmeye başlamıştım. Annemin beni bırakacağı bir yer, birisi yoktu. Bu yüzden önceleri masasının altına kendi diktiği büyükçe bir yastık koyardı, bu yastığın üstünde bebeklerimle, oyuncaklarımla oynardım. Okuma-yazmayı öğrenince, kütüphane masalarına oturup okurdum. Çok sıkıldığımda da Beliğ Paşa Konağı’nın fotoğrafında da görebileceğimiz o süslü, yuvarlak balkona çıkıp otururdum. Sarayönü’nde gelip geçene bakardım. Burası, Lefkoşa’nın kalbiydi...

Büyük salondan aynalı kapılardan içeriye geçilirdi, kütüphane üyelerinin giremediği bir bölümdü bu. Tuvalet buradaydı. Ayrıca kitapların tamiri ve ciltlenmesi için atölye olarak kullanılan çok geniş bir oda daha vardı ki, bir kısmı da mutfak olarak işlev görüyordu. Tahta basamaklarla bodruma inilebiliyordu ancak benim bu kütüphanede olduğum sürece yani 3 yaşımdan 16 yaşıma kadar, bir tek kere bile bu merdivenlerden herhangi birinin bodruma indiğini hatırlamam. Burası kullanılmıyordu. Yine merdivenlerle dama çıkılabiliyordu. Dama çıktığımızı da hatırlamam... Ancak arkadaki geniş odada kış aylarında yemeğimizi ısıtıp yediğimizi hatırlarım. O zamanlar devlet daireleri sabah 8’den 1’e, 2.30’dan 5’e çalışırdı kış aylarında. Yaz aylarında ise 8’den 1’e, 4’ten 6’ya çalışılırdı. İşte o zaman annemle evimize gider ve yemeğimizi evde yer, duş yapar, biraz dinlenir ve sonra da kütüphaneye dönerdik. Bütün hayatım bu binada geçerdi... Her bir kitabı inceler, ansiklopedileri karıştırırdım... Ödevlerimi yapardım, Sarayönü’nden gelip geçeni seyrederdim. Çok sıkıldığımda gelip geçen arabaların plakalarını ezberler ya da Maliye Bakanlığı’nda çalışan ablam İlkay Adalı’ya giderdim. Mahkeme binalarındaydı o zamanlar Maliye Bakanlığı yani o da Sarayönü’nde çalışmaktaydı...

LEFKOŞA’NIN KALBİ...

Burası Lefkoşa’nın kalbiydi... Beliğ Paşa Konağı da bu kalbin tam ortasında yer almaktaydı... Aşağıda, avlusunun sonunda eski günlerde bu konakta hizmet eden hizmetkarlar için binalar yapılmıştı... Hizmetkarların bu binaları, 1963’te Baf’tan göçmen gelen Kıbrıslıtürkler’in sığındığı yer olacaktı. İki toplumlu çatışmalar patlak verince köylerinden kaçan Kıbrıslıtürk Baflı göçmenler Lefkoşa’ya gelmişler ve bu binalara yerleştirilmişlerdi. Uzun süre burada kalacaklardı, ta ki göçmen evleri yaptırılıncaya ve onlar bu göçmen evciklerine yerleştirilinceye kadar... Beliğ Paşa Konağı’nın hizmetkarlar için yaptırılmış bölümünden, “Göçmenköy”e taşınacaklardı...

BİR DOKUMA TEZGAHI...

Baf’taki köylerinden kaçarken kendileri için yaşamsal değerde olan birkaç eşyacıklarını da getirmişlerdi ve bunlar arasında tahtadan yapılmış büyük bir tezgah da vardı. Göçmen kadınlar bu tezgahta bez dokurdu... Bu tezgah büyük bir yer kaplardı kaldıkları bölümde ve ben de 5-6 yaşlarımdayken bu tezgahta nasıl bez dokuduklarını izlerdim. Göçmen çocuklarla avluda oynardık ve aralarında benim yaşlarda olan Melihat’la ahbap olmuştuk, kaldıkları bölüme rahatça girip çıkardım... Hayatımda ilk defa bir tezgah görüyordum... Daha önce böyle bir alet görmemiştim. Yalnızca annemin Ziba nenemle ilgili anlattığı öykülerde duymuştum tezgahın ne olduğunu. Ziba nenem de aile Konedra’dan Tahtagala’ya göçerken – 1918 senesinde – tezgahını birlikte getirmişti şehere... Bu tezgahta çarşaf dokurdu, bez dokurdu, peşkir dokurdu, ailesinin hayatta kalabilmesi için bunları satar, üç beş kuruş alır, geçinmeye çalışırdı...

İNSAN RAFYA SİCİMLERİYLE NE YAPAR Kİ?

Bu odalarda sıkışık biçimde yaşıyordu Baflı Kıbrıslıtürk göçmenler ve hatırladığım kadarıyla kütüphanenin altındaki dükkanlardan birisi de göçmenlere öte beri dağıtmak için kullanılıyordu. Bu dükkanda çok tuhaf şeyler vardı, şişman bir adam bir masada oturuyor ve yurtdışından gelen ufak tefek “yardımları”, göçmenlere dağıtmaya çalışıyordu. Hatırladığım kadarıyla dağıttıkları şeyler, göçmenlerin pek işine yaramayan şeylerdi... Örneğin kavun büyüklüğünde birer top şeklinde sarılmış rafya sicimleri dağıtıyorlardı. Çocuk aklımla bile bu bana çok tuhaf gelmişti. Eğer bir göçmen idiyseniz, o zaman rafya sicimleriyle ne yapabilirdiniz? Ne işinize yarardı ki bu rafya sicimleri? Hangi tuhaf yaratık bu rafya sicimlerini göçmenlere göndermeyi akıl edebilmişti, hala merak ederim bunu...

Avluda büyük bir su haznesi vardı – eski usül elbette – ve haznede çeşmeler vardı. Göçmenler bu çeşmelerden akan suyla gap gacaklarını yıkarlardı... Avlunun bir kenarına lamarinadan oluşan uyduruk bir de banyo yapılmıştı. Su kaynatıp banyoda yıkanıyorlardı. Çünkü hatırladığım kadarıyla banyo yoktu daha önce, yalnızca tuvaletler vardı...

KIBRIS TÜRK DEVLET TİYATROLARI...

Beliğ Paşa Konağı’nın altında çeşitli dükkanlar vardı ve bunlardan biri de tam köşedeki ve bitişiğindeki dükkanda faaliyet gösteren bir dülgerdi. “Kalıçay”ın çalışmaları sokakta da devam ederdi ve dükkanın önünde çalışanları görebilirdiniz... Yine alt katta bir başka girişi olan bir yer daha vardı ki bu da Kıbrıs Türk Devlet Tiyatroları’nın bulunduğu yerdi. Tiyatro oyuncuları buradaydılar ancak oyunlarını Atatürk İlkokulu sahnesinde sahneliyorlardı. Ben de onların sahnelediği birkaç çocuk oyununda rol almıştım ve hatta Tekin Akmansoy’la da bu şekilde tanışmıştım. Değerli arkadaşımız Şefika Yaşar hatırladığım kadarıyla bu oyunlardan birinde - sanırım “Yakut Balık” oyununda başroldeydi...

Repliklerini çalışmak üzere kütüphanenin altındaki binada, bir masanın çevresinde toplandıklarında gider, bu tiyatro oyuncularını izlerdim...

NÖVBER HANIM’IN KAHVEHANESİ...

Beliğ Paşa Konağı’nın tam karşısında Növber Hanım’ın Kahvehanesi vardı, genellikle sabah erkenden, mahkemeye gitmeden önce avukatlara kahve yapardı Nöber Hanım... Adet olduğu üzere küçük cezveciklerde yapardı kahveleri, her bir kahve fincanı için ayrı bir cezve kullanarak. Bu cezveleri kızgın kumla dolu ocağa sürerdi ve ikisini, üçünü bir arada tutuşunu hatırlarım... Çok kısa boylu bir kadın olduğu için, ocağa yetişmek üzere bir tahta basamak üzerinde durduğunu hatırlarım... Yaz aylarında soğuk Kıbrıs leymonaddası servis ederdi, ayran servis ederdi – kış aylarında ise Kıbrıs usülü çay yapardı, bahar, karanfil ve zencefil kaynatılarak yapılan çay yani... Sütlü çay da servis ederdi, kutu sütüyle tatlandırılmış... Kahvehanesi her zaman doluydu ve canlıydı, hem içeride, hem dışarıda bol bol Kıbrıs sandaliyesi dururdu, insanlar oturup kahve içerler, sohbet ederler ya da tartışırlardı... Ben de tüm bunları kütüphanenin balkonundan ya da pencerelerinden izlerdim...

Burası o kadar merkezi bir yerdi ki... Postane yakındaydı, Postane’nin yanında BRT binası vardı,  Mahkemeler tam karşıdaydı, avukat ofisleri hep bu çevredeydi... Tapu gibi, doğum ve ölüm kayıtlarının tutulduğu daireler, Maliye falan hep buradaydı. Polis Genel Müdürlüğü de buradaydı, meydanda... Burası meşhur Sarayönü Meydanı’ydı... Ve o günlerin en yüksek binası olan, 1960’lı yıllarda yapılmış Saray Otel de buradaydı...

BEDEVİ PASTANESİ’NDEN HATIRALAR...

Sarayönü Meydanı’nda benim için en ilginç yer, elbette Raşit Bedevi’nin “Bedevi Pastanesi”ydi... Hem Girne Kapısı’nda, hem de bir zamanlar Uzunyol’da pastaneleri olan Bedevi Kardeşler’in kardeşiydi Raşit Bedevi... Bazı ikindiler annem bana biraz para verir, beni bu pastaneden pasta almaya gönderirdi. Bu pastaneden her zaman ya badem ezmesi, ya içidolu alırdım... Bunları bugüne kadar onun kadar güzel yapan herhangi bir başka pastaneye rastlamadım... Baklavaları da, sütlü börekleri de çok meşhurdu...

Raşit Bedevi çok kibar bir insandı... Sonraları onun da bulunduğu bu dükkanların tümü de yıktırılarak, Kıbrıs’ın ve bu meydanın karakteriyle hiç alakası olmayan “moderin” apartmanlar dikilecekti buraya... Ve Bedevi pastalarına sonsuza kadar hasret kalacaktık böylece...

Raşit Bedevi’nin hatırladığım kadarıyla evi surlariçinde, Büyük Hamam’ın yakınındaydı. Evinin altında bakkalık yapmaya başlamıştı, tatlıcılıktan vazgeçmişti bir tarihte... Bir gece onu soymak isteyen birisi tarafından bakkal dükkanında bıçaklanmış ve hayatını kaybetmişti... Nurlar içinde yatsın... Hiçbir zaman o badem ezmelerinin, sütlü böreklerinin ve içidolularının tadını unutmadım, o kibar gülüşünü ve müşterilerine ne kadar nazik davrandığını da... Meydanda Osman Gezer de kedileriyle ve tahtadan yapılma koca tekerlekli seyyar arabacığıyla durur, gelip geçene laf atar, ben de zaman zaman gidip ondan Cadbury marka çikolata satın alırdım... Annemle paylaşırdık bu çikolatayı... Osman Gezer de göçüp gitti, o da nurlar içinde yatsın... Rahmetlik anneciğim de huzur içinde uyusun...

Chris Hacıvasiliu’ya Beliğ Paşa Konağı’nın o güzel fotoğrafını paylaştığı için çok teşekkür ederim... Böylece beni çocukluğuma, genç kızlığıma, hatıralarıma taşıdı... Tüm ölenleri sevgiyle anıyorum...


Raşit Bedevi'nin pastanesi. Foto Ahmet Okan'ın arşivinden...