Şevki Kıralp
sevkikiralp@gmail.com
Biyologlar Derneği başkanı olan bir genç, Hasan Sarpten, Cumhurbaşkanı Akıncı’yı sandalet, kot pantolon ve tişört giyerek ziyaret etmiş, bu görüntü karesi gündem oldu. Günlerce konuşuldu. Bu fotoğraf karesine “gençliğin haline bak” ve “devlet gelenekleri sıfırla çarpıldı” gibi anlamlar yüklenerek hem Sarpten’e hem de Akıncı’ya eleştiri okları atıldı. Bu karelere tepki gösterenler gördüklerini, bu kareleri olağan karşılayanlar ise gösterilen tepkileri hayretler içerisinde izledi. “Bir dernek başkanı Cumhurbaşkanının huzurunda böyle giyinmemeli”, “bir Cumhurbaşkanı karşısına böyle çıkan bir genci kabul etmemeli”, “bu ne ciddiyetsizlik” ve sair örnekle bu kareler uzun bir süre konuşuldu. Açıkçası ben o karelerden hiç rahatsız olmadım. Ama gündem yaratacak kadar infial uyandırmasından dolayı ciddi şekilde rahatsız oldum. Bütün bu eleştiriler aslında Gramsci’nin “hegemonya” dediği, egemen sınıfın toplumun geri kalanına kendi kültürünü dayatması olgusundan başka bir şey değildi. Tabi Pareto ve Mosca’nın “toplumsal hiyerarşi” olarak kavramlaştırdıkları “üs-as” ilişkisinin yarattığı kalıpsal beklentiler de devreye girmişti. Netice itibariyle, toplumumuzda insanları “tektipleştirmek” ve “hiyerarşiye” koymak isteyen düşüncelerden sıyrılamamış hatırı sayılır büyüklükte bir kesim olduğu göze batıyor.
İnsanların “kıyafete” göre “tektipleştirildiği” zihniyetle ilk kez Ankara’daki öğrencilik yıllarımda karşı karşıya geldim. Kıbrıslı ve Türkiye’nin batı illerinden gelen arkadaşların ağırlıkta olduğu bir grubumuz vardı. Annem, liseyi bitirdiğim zaman bana altın kaplama, oldukça değerli bir kol saati hediye etmişti. Akşamları nadiren dışarı çıktığım zaman takıyordum. “Bu saat ihtiyar saatidir, sen takmamalısın” diye beni eleştiren “aklı evvel” arkadaşlarım vardı. Aynı arkadaşlar ailesi Girit kökenli olan, İzmir’de yaşayan ve yaz tatilinde tanışarak samimi olduğu bir Yunan kızın kendisine hediye ettiği gümüş haçlı kolyeyi boynuna takan bir kız arkadaşımızla da uğraşıyorlardı. Bir erkek arkadaşımız kulağına küpe takmıştı, onunla da uğraşmışlardı. Bir kız arkadaşımız yaz sıcağında parmak arası terlik giymişti, ondan da rahatsız olmuşlardı. Kafalarında bir tür “tektip” insan vardı ve o imajla örtüşmeyen bir şey giyen herkese “öcü” görmüş gibi bakıyorlardı. Aynı grubun “laik kesim” Türkiyelileri kendilerinin de mağdur oldukları hiçbir olayda hak aramayı düşünmüyorlardı. Fakat üniversitedeki son yılımızda “Cumhuriyet mitinglerine” katılmayı kendilerine vazife bilmişlerdi. Çünkü bazı arkadaşların fakülteye başörtüsü ile girebilecek olmasına akıl sır erdirememişlerdi. Ben Ankara Üniversitesi’nin Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde okuyordum. Orada Kürt ve Sosyalist öğrenciler sayıca fazlaydı. Gazi Üniversitesi’nde ise ülkücü öğrenciler ağırlıktaydı. Gazi Üniversitesi’nde okuyan arkadaşlarıma “sakalınıza şekil veremezsiniz”, “küpe takamazsınız” gibi uyarılar geliyordu. Bunlar fakülte yönetmeliğinde falan yazmıyor, öğrenciler kendi kurallarını kendileri uyguluyorlardı.
Yine Ankara’da öğrenciyken bir arkadaşımın dizüstü bilgisayarı bozuldu. Garanti kapsamında tamir ettireceği bir teknoloji mağazasına gittik. Mağazada iki kız, iki erkek dört kişi çalışıyordu. Dördü birden etrafımızda pervaneydi. Birazdan içeriye kat-kravat bir bankacı girdi. Bizi daha derdimizi tam anlatmadan bıraktılar, hepsi birden bankacının etrafına gittiler. Arkadaşıma şakayla karışık “bundan sonra kravat takmadan gelmeyelim” dediğim anda üniformasıyla bir jandarma ast subayı mağazadan içeri girdi. Bu sefer de bankacıyı bıraktılar, dördü birden ast subayın etrafına üşüştüler. Aynı mantık Kuzey Kıbrıs’ta da tam takır işlemekteydi. Tatilden döndüğümüz ve Ankara’ya gideceğimiz bir gün, güvenlik cihazından geçerken polisler bana ve arkadaşlarıma “üzerinizde kemer, metal, bozuk para ne varsa çıkarın” demişti. Yapılması gereken de buydu. Cihazın çalmaması için dakikalarca uğraşmış, üzerimizde sinyal verebilecek ne varsa bulup çıkarmıştık. Fakat bizden sonra kat-kravat bir bey güvenlik cihazından geçmiş, cihaz alarm vermişti. Bey efendi polislere dönüp bakmış ve “telefondur” diyerek cep telefonunu göstermiş ve yürüyüp devam edip gitmişti. Her iki ülkede de tam manasıyla “ye kürküm ye” koşulları işliyordu.
Kuzey Kıbrıs’ta “sandaletler” gündemdeyken Türkiye basınına da göz atayım dedim. Rusya’dan bir haber vardı. Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Başbakan Dimitri Medvedev, Skoçi kentindeki hükümet konutunda buluşmuş, tişörtleri ve eşofmanlarıyla ağırlık kaldırarak sabah sporu yapmış, sonrasında aynı kıyafetlerle çay içip kahvaltı etmişler. Bu kareleri onlarca gazeteci görüntüledi ve bu resimler hem Rus basınında, hem dünya basınında yer aldı. Her ne kadar iki lider bu kareleri “dinamik”, “güçlü” ve “delikanlı adam” imajı yaratmak için bilinçli olarak görüntülettiyse de, bir an Akıncı’nın Anastasiadis ya da Kalyoncu ile spor yapması ya da denize girmesi sonrasında görüntülenmesinden kopacak yaygarayı aklımdan geçirmeden edemedim.
Hiyerarşi ve tektipçilik algılarıyla süre gelen bu tartışmalar bana Kemal Sunal’ın Kibar Feyzo filmini de hatırlattı. Filmin bir sahnesinde Kemal Sunal düğününde göbek atıyordu ve başında fötr şapka vardı. Köyün ağası rolündeki Şener Şen de aynı şapkadan giyiyordu ve “marabasının” başında aynı şapkayı görünce küplere binmiş, Kemal Sunal’ı (Kibar Feyzo) kıyafet hiyerarşisini bozması nedeniyle köyden sürmüştü. Zihinlerimizin darlığı insanların nerede nasıl giyineceğine müdahale ediyor. Genç gelin ve damatlar, yaz sıcağında saatlerce ayakta durup tebrik kabul ederken ağır gelinlik, yüksek topuklu ayakkabılar, yoğun makyaj ve gömlek-ceket (ya da gömlek-yelek) giyerek en mutlu günlerinde oluk oluk terlemeye mahkûm ediliyorlar. Tabi bütün bunların, yani kıyafet temelli tektipleştiriciliğin siyasi geçmişi de var. Kemalist Türkiye’de 1920 ve 30’lu yıllarda “köylü kıyafetleri” öfkeyle karşılanıyor, “batılı, modern” kıyafetler giymek kanunla dayatılıyordu. Kıbrıs’ta ise Denktaş ve kadroları “Türkleştirme” operasyonuna başladıkları 1950’li yıllarda köylü Kıbrıslı Türklere “dizlik giymeyin, bu paçavraları bırakın, modern olun, pantolon giyin” diyordu.
Egemen sınıf kendi kültürünü sadece kıyafet vasıtasıyla da dayatmıyor. Örneğin Kuzey Kıbrıs’ta villası ve son model lüks arabası olmayan herkes bunları edinmeye “teşvik edilir”, çünkü bunlara sahip olmayanların “aşağı kaldığı” algısı vardır. Bu yüzden toplumun ezici çoğunluğu, çoğu odasına yılda bir gün bile girmediği villalar ve bozuk yollardaki çukurlara düşerek mahvettiği lüks arabalar için bir servet harcıyor. “Adamdan sayılmak” için korkunç paralar ödüyor.
Peki, kıyafet, ya da şekilcilik gerçekten bu kadar önemli mi? Ankara’daki hocalarımızın çoğunluğu kat-kravat giyiniyor, öğrenciye “mesafeli” davranıyordu. Asistanlar deseniz hocalardan geri kalmayacak kadar şık giyiniyor, her gün tıraş oluyor, hocalar kendilerine özendiklerini düşünüp kızmasınlar diye sadece kravat takmıyor ve akılları sıra “biz sizden üstünüz ey sefil öğrenciler” edasıyla hareket ediyorlardı. Bunun çok nadir istisnalarından biri, derse yürüyerek gelen, kot pantolonlu, uzun saçlı, uzun sakallı, bizlerle kahve içen, öğrenciyle arkadaş olabilmeyi başarabilen genç bir asistan dostumdu. Kısa bir süre önce doçent oldu. Tatilde Kıbrıs’a geldi, kendisiyle görüştüm. Ne saçını kesmiş, ne de sakalını. Üstelik kot pantolonundan da taviz vermemiş. Daha doktorası bitmeden asistanları bırakın, hocaların çoğunu aratmayacak bir bilgi birikimine sahipti. Derslerinin bitmesini hiç istemiyordum. İnanılmaz derecede zevk alıyor, çok şey öğreniyordum. İngiltere’de yüksek lisans ve doktora yaparken ise hocaların hiç birinin okula bir tek gün kat-kravat geldiğini görmemiştim. Son derece rahat giyiniyorlar ama düzenli spor yapıyorlar ve yaşlarından çok daha genç duruyorlardı. Gençlerle genç olmasını, bizlerle basketbol oynamasını ve kahve içmesini iyi biliyorlardı. Bunun yanında sürekli yeni makaleler ve kitaplar da yazıyorlardı. Bir de tabi kahve mağazaları da değişik bir kültürdü. İngiltere’de kahve mağazalarına gençler en rahat kıyafetleriyle gidiyorlar, kahve içip rahatlıyorlardı. Bizde ise kahve mağazalarına çoğu genç “şık-şıkıdım” gidiyor, rahatlayacağı yerde “piyasa” uğruna kasım kasım kasılıyor.
Uzun sözün kısası, Türkiye’nin ve Kıbrıs Türk toplumunun kimlik inşa süreçleri birbirine çok benziyor. Düşünsel değil, şekilsel öğelerden besleniyor. Zihinlere “bak bunun gibi ol” diye dayatılan şekilsel rol modellerini oynamak için ömür tüketiyoruz. Dernek başkanı bir gencin Akıncı’yı sportif ve rahat bir kıyafetle ziyaret etmesi de haliyle içimize dert oluyor.