Fatma Vurana
Günlerden pazar, bir Karpaz dönüşü… Ansızın alıp başımı gittiğim, kokusunu soluyup, güneşin batışını izlediğim, strese ve memleketimizin gani dertlerini düşünmeye mola verdiğim yer; KARPAZ…
Kuzey sahil yolunun Balalan etabı da tamamlanmış görünüyor. “Haydi bugün buradan gidelim!” diyorum ve dönüyoruz Ziyamet öncesi çemberden. İlk defa geçeceğim yol öncesi tüm duyu organlarım alarmda. Toprağı koklama, esintiyi avuçlarımda hissetme arzusuyla klimayı kapatıp camı açıyorum. Tüm manzaraya hakim olmak için koltuğuma iyice yayılıyor ve memleketimin gizli köşelerini keşfetmenin verdiği keyifle ilerliyorum.
Kıvrılan, yükselip alçalan, tepeler arasından, vadilerden geçen simsiyah bir yol… Daha bariyerleri konulmamış, beyaz çizgilerle bezenmemiş, üzerinde çalışılan bir yol…
Basit bir yolculuk değil bu; sarsıcı, çok şeyi sorguladığım bir yolculuk…
Yolun ortasına yakın bir yerde bir turaç (halk ağzında traş) kuşu sakince yürüyor. İki arkadaşı ise yolun kenarından ona bakıyor. Bu kadar korkusuz olmalarına şaşırıyorum. Doğal yaşam alanlarından yolun geçtiğini düşünürken buluyorum kendimi. “Yol trafiğe açılınca ne olacak?” Yine bu kadar korkusuz yola çıkabilecekler mi? Yoksa ava yasak alanda, ava yasak zamanda bilinçsiz kişilerin tüfeklerindeki saçmalara mı hedef olacaklar? Ben bunları düşünürken iki tepenin arasına varmışız. Üstü açık bir tünel sanki! Yok iki tepe değil burası tekmiş. Tepe ortasından ayrılmış, geçerken anlıyorum … “ A! O ne? Orada olan da bir keklik mi? Evet, bir keklik… Az önce hüzünlenen yüzümde yine bir gülümseme beliriyor. Kuşlar… Özgürlük… Şen cıvıltılar… Doğa… Az sonra bir motorda orta yaşlı biri çıkıyor karşımıza. Motorun arkasında bir kamış bir de kova, belli ki balıktan dönüyor.
Balalan Köyü… Denize doğru süzülüşümüz… Yaklaşık bir saat sürecek denizle oynaşmamız da böylece başlıyor. Bir bakıyorsunuz deniz yanı başınızda, bir bakıyorsunuz koşup uzaklaşmakta, bir bakıyorsunuz siz yukarıda o ise 5-6 metre aşağıdan size el sallamakta… Batıya doğru ilerledikçe bu manzaraya bir de güneşin bulutlarla dansı eşlik ediyor. Saat 6 suları… Güneş yavaş yavaş alçalmaya başlıyor. Batı tarafı hafif bulutlu… Siyaha yakın bulutlar… Güneşse portakalımsı… O ne? Güneşin üst kısmına yakın bir yerde ince, siyah bir bulut bir çizgi oluşturmuş. Kızım “Anne bak güneş yumurtaya benziyor.” diyor. Evet evet, diyorum. “İyi ki bu yoldan gelmişiz!” Sonra bu yolu yapanlar aklıma geliyor. Bu yolu kim yapıyor? (Eve gelince araştırdım 2006’da Ankara’da açılan bir ihaleyle yol yapımına başlanmış.) Bu kadar yıldır niye biz böyle yatırımlar yapmamışız? 1. soruyu oluştururken 2. olarak da “Bizde bu yolu yapacak şirket yok muydu?” sorusu oluşuyor kafamda. En can alıcı sorular ise geleceğe ait;
ON YIL SONRA;
“Aynı manzarayı bulabilecek aynı keyfi yaşayabilecek miyiz?”
“Yollarımıza yine turaç kuşları ve keklikler çıkacak mı?”
“Yollar sessizliğin sesini ziyaretçilerine ulaştırabilecek mi?”
“Deniz yolculuk yapanlarla oynaşacak mı on yıl sonra da?”
“İmar planı var mı güzelim sahil yolunun?
Yoksa Girne gibi hızla betonlaşıp çarpıklaşıp nefes alamayacağımız alanlara mı dönüşecek?”
İlerledikçe tahta evler çıkıyor karşımıza; ne güzel, diyorum. Arada yarım kalmış inşaatlara, sitelere rastlıyoruz.
-Hayalet evler, diyorum kızıma. Kızım da soruyor:
-Hayalet ev ne demek anne?
-İçinde kimsenin yaşamadığı, dökülen ev diye cevaplıyorum. Gülüşüyoruz.
- Ne biliyorsun belki de bitirecekler, diyor kızım. Orada da birileri yaşayacak.
Evet doğru, bu yol da açıldıktan sonra biter hatta birçok site de yapılır buralara.
Biz konuşurken Tatlısu’yu geçip Esentepe’ye varmışız. Arabaların yollardaki akışı çoğalıyor. Şehre yaklaştığımızı anlıyoruz.
Güneş harika… Yüzünü bir göstermekte bir de siyahi bulutların arkasına gizlemekte… Duygu karmaşamla seyahatim devam ederken ansızın “Yangın var!” diye bağırıyorum. “Evet bakın, bakın dumanlara bakın!” Telaşlanıyorum. Biraz daha ilerleyince Teknecik Santrali’yle karşılaşıyoruz. Malum şimdi Güney’e de elektrik veriyoruz ya Teknecik tam kapasite çalışmakta… Bir büyük bir de küçük baca… Gökyüzünün enginliğine karışan siyah; hem mavilikleri hem de hayatları karartan dumanlar… Gördüklerim karşısında sözcükler kifayetsiz kalıyor. Arkadaşımın sözleri geliyor aklıma. Türkiye’ye kanser tedavisi için gidenler; Kıbrıs’tan gittiklerini söylediklerinde doktorlar, Çatalköy’den mi diye soruyormuş. Bir de kanser hastalıklarına karşı bizleri sigortalamak isteyen bankalarımız var defalarca aramaktan usanmayan… Bankalar, hastaneler, Türkiye’deki doktorlar sorunların farkında ama biz farkında olmadan, umursamadan, çözüm üretmeden yaşıyoruz/ yaşamak zorunda bırakılıyoruz.
Filtre alacak parası yok devletimizin ama biz sonsuza kadar yaşayacak bir cumhuriyetiz.
“Sözler eyleme dönüştüğü zaman değerlidir.”
Hüznüm derinleşti ve bu memleketin gailesi beni yine mutsuz etti. Nerede, nasıl yaşadığımız; yaşamlarımızın nasıl pamuk ipliğine bağlı olduğu, sorunların çözümsüz kaldığı, yollarımızı yapmaktan aciz olduğumuz gibi memleketimizin pek çok acı gerçeği yüzüme vura vura Lefkoşa’ya vardım.
Ne kadar güzel bir adada yaşadığımızın farkında olarak çevremize; doğal, tarihi güzelliklerimize sahip çıkalım, duyarlı olalım.