Yetvart Danzikyan
Ermenistan- Azerbaycan savaşının 10 Kasım’da varılan ateşkes anlaşmasıyla sona ermesinin yankıları gerek Ermenistan’da, gerek Azerbaycan’da, gerek Türkiye’de sürüyor.
1994’te sona eren savaştan sonra geçen 26 yıllık süreçte müzakereler devam etmiş, ancak bir sonuca varılamamıştı. Geçen hafta da yazdığım gibi, Ermenistan bu süreci iyi kullanmamıştı, zira meselenin toplamına baktığımızda Ermenistan’ın Azerbaycan’a bazı bölgeleri iade etmesi, sürecin temelini oluşturuyordu ve kimi bölgelerin iade edilmesi zaten bir gereklilikti.
Ancak Ermenistan’da kimse ‘toprak veren’ konumuna düşmek istemediği için adım atılmadı ve sonuçta Ermenistan müzakere masasında vereceği topraktan daha fazlasını, üstelik binlerce asker kaybederek iade etmiş oldu.
Bu, şüphesiz, bir mağlubiyet duygusu yarattı Ermenistan’da. 10 Kasım’dan bu yana, anlaşmayı imzalayan Başbakan Paşinyan’a tepkiler yöneliyor ve bunlar sürecek gibi görünüyor.
Paşinyan ise istifa taleplerine kulak tıkayarak “Karabağ’ın statüsü meselesine odaklanalım” diyor. Bu da elbette önemli bir konu, zira tüm kayıplara rağmen Ermenistan/Karabağ güçlerinin elinde hâlâ bir bölge var. Bu bölgenin statüsünün ne olacağı, belli ki uzun süren bir müzakere sürecini gerektirecek.
Bu tabloya bakıldığında, artık rollerin değişmiş olduğu söylenebilir. 26 yıl boyunca müzakerelerden bir sonuç almayı umutsuzca bekleyen Azerbaycan’ın yerini Ermenistan almış gibi görünüyor. Azerbaycan artık statü meselesini gündeme almayı reddediyor. Son anlaşmayla bölgede asıl söz sahihi olduğunu gösteren Rusya ise meseleyi zamana bırakma yönünde mesajlar veriyor. Burada Ermenistan ancak Fransa’dan ve belki yeni ABD yönetiminden destek bulabilir. Ancak bu da kırılgan bir denge olacak, belli. Zira iki ülke de bölgede epey ağırlık kaybetti.
Türkiye’ye bakarsak, bir zafer havası hâkim. Bu savaşta hedef tüm Karabağ’ın ele geçirilmesiydi ama bunun gerçekçi bir hedef olmadığı da belliydi. Rusya, Azerbaycan hiçbir şey almadan bu savaşı sona erdirmek istemedi ve kendi hesaplarına göre Azerbaycan’ın makul genişlikte bölgeyi kontrol altına aldığına kanaat getirdikten sonra devreye girip savaşı bitirdi. Yani şimdi hem Ermenistan’ın, hem de Azerbaycan’ın elinde bir şeyler var ve Rus askeri bölgeye tamamen yerleşmiş durumda.
Türkiye demiştik; bu savaşta Türkiye’yi bu derece devreye sokan motivasyonun kaynağı Azerbaycan’la son yıllarda kurulan işbirliği kadar, Ermenistan’a yönelik düşmanlık da oldu.
Bu, AKP yönetimine özgü bir durum değil. 1990’larda da Türkiye hükümetleri aynı oranda Azerbaycan’la birlikte hareket etmiş, aynı oranda Ermenistan’ı düşmanlaştırmıştı.
Ancak bu sefer Türkiye hem askerî teçhizat, hem de asker intikali bakımından daha fazla işin içinde oldu. Ayrıca ana akım medya da her fırsatta Ermenistan’a yönelik nefret söylemini bolca dolaşıma soktu.
Savaşın ardından da bu hava sürüyor. Ermenistan’daki mağlubiyet havası Türkiye’de büyük bir coşku ve keyifle karşılanmış vaziyette. Kelbecer’i terk eden Ermeni nüfus için Hürriyet gazetesinde “Geldikleri gibi gidiyorlar” başlığı bile kullanıldı. Oysa bölgeyi terk eden sivil nüfustu ve bütün o coğrafyada Ermeniler ve Azeriler çok uzun yıllardır yaşamaktaydı. 30 yıldır onbinlerce Ermeni ve Azeri evlerin terketmek zorunda kalmıştı ve travma hala her iki taraf için sürmekteydi.
Söz konusu anlaşmaya bir zafer ve mağlubiyet açısından bakmak bizi bir yere götürmeyecek. Söz konusu topraklar, Ermeniler ve Azerilerin bundan önce birlikte yaşadıkları, bundan sonra da birlikte yaşayacakları bir coğrafya.
Bütün kesimler, bu birlikte yaşama imkânları ve yollarına odaklanan bir tutum izlemeli. Kurulacak dil de bu yönde olmalı.
Teslimiyet, mağlubiyet, zafer dilinden konuşmak belki bugün duyguları ve kalabalıkları motive edebilir. Ancak şu son 30 yılda her kesimden on binlerce insan evlerini terk etmek zorunda kaldı, binlerce insan hayatını kaybetti. Bunu aklımızdan çıkarmamalıyız.
Bu kayıpların yası ve ağırlığı içinde, bundan sonra inşa edilecek hayat için ‘kurucu’ bir dil kullanmak şart. Yoksa bu kahredici denklem ortadan kalkmayacak.
(AGOS - Yetvart Danzikyan – 19.11.2020)
“Geçiş dönemi adaleti...”
Yasemin Aygın
Geçiş dönemi adaleti, toplumların geçmişte yaşanmış insan hakları ihlalleri ve farklı türden şiddetli toplumsal travmalarla yüzleşmelerini ve yaptırımda bulunmayı hedefleyen adli ve gayri-adli önlemlerden oluşur. Kısaca, toplumların sistematik bir çatışma sonrası hukuki yaptırımların tek başına yetersiz kaldığı noktaları tamamlamasını amaçlar ve demokratik, adil, barışçıl bir gelecek inşa etmeyi hedefler.
Geçiş dönemi adalet kavramı, ülke ve konulara göre farklılık gösterse de sabit amaçları basitçe; zarar gören bireylerin haysiyetinin tanınması, insan hakları ihlallerinin kabul edilmesi, giderilmesi ve tekrarlamasının önüne geçmektir. Uluslararası hukuktan hareketle, bunlara ek olarak tamamlayıcı prosedürler, geçiş sürecindeki devletlerin belli yasal yükümlülükleri olduğunu savunur. Örneğin devam eden insan hakları ihlallerinin durdurulması, geçmiş faillerin tespiti ve yargılanması, mağdurların uğradıkları zararların tazmin edilmesi, yeni ihlallerin yaşanmasının önlenmesi, barışın sağlanması ve korunması ile parçalanmış toplumlarda bireyler arasında ve ulusal düzeyde uzlaşma sağlamaya yönelik çabaları teşvik eder.
Geçiş dönemi adaleti kavramının kökleri, II. Dünya Savaşı sonrası dönemde Almanya’daki çeşitli Nazi arındırma programlarına, Tokyo Mahkemesinde bazı Japon askerlerinin yargılanmasına ve Nürnberg’de Uluslararası Askerî Mahkeme’nin kurulmasına dayanmaktadır. Örneğin Nürnberg duruşmaları kazanan taraf olan müttefik güçlerin savaş sırasında işlenen savaş suçlarından ötürü Alman askerlerini yargılatmaları üzerineydi. Ardından 1980’lerde ve sonrasında Yunanistan ve Arjantin’deki askerî cuntaların önde gelen isimlerinin yargı önüne getirilmesiyle geçiş dönemi adaletinin şimdiki konumu pekişti.
Geçiş dönemi adaleti alanı genişleyip çeşitlendikçe, uluslararası hukukta da önemli bir zemin kazandı. Geçiş dönemi adaletinin dayandığı hukuki zeminin bir parçası 1988’de Amerikan Devletleri İnsan Hakları Mahkemesinin (Inter-American Court of Human Rights) Velásquez Rodríguez’e karşı Honduras davasında aldığı karardır. Bu kararda mahkeme, tüm devletlerin insan hakları alanında temel yükümlülükleri olduğunu tespit etmiştir. Bu yükümlülükler şunlardır:
İnsan hakları ihlallerinin engellenmesi için makul adımların atılması;
Gerçekleşen ihlaller hakkında ciddi soruşturma yürütülmesi;
İhlallerin sorumlularına uygun yaptırımlar uygulanması;
İhlallerin mağdurlarına tazminat sağlanması.
Bu ilkeler mahkemenin sonraki kararlarında da açıkça tekrarlanmış, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin ve BM’nin İnsan Hakları Konseyi ve diğer birimlerinin kararlarında da desteklenmiştir. 1998’de Uluslararası Ceza Mahkemesinin kuruluşu da önemlidir, zira mahkemenin kuruluş kanunu, dokunulmazlıklara karşı mücadele ve mağdurların haklarına saygı açısından, devletlerin yükümlülüklerine hayati önem vermektedir.
Her ne kadar Kıbrıs güncel çatışmada olan ülke kategorisine girmese veya tüm yönleriyle bir geçiş döneminden geçmemiş olsa da söz konusu adalet kavramı toplumlar arası güveni geri kazanmayı hedeflediğinden dolayı ülkemizi yakından ilgilendirmektedir. Örneğin geçiş dönemi adaleti, çatışma sonucu kaybolan ve akıbeti hala bilinmeyen şahısların ailelerinin haklarının devamlı ihlali meselesini ele alır. Bu konu büyük önem taşımaktadır çünkü sadece ulusal güvenlik ve eğitim sistemleri gibi belirli kurumları şekillendirmekle kalmayıp aynı zamanda devam eden barış sürecine engel teşkil eder.
Yapılan anketler Kıbrıs halkının geçiş dönemi adaleti kavramından oldukça habersiz olduğunu göstermiştir. Oysa ki ülkemizde bu konu üzerine resmî ve gayri-resmî kuruluşlar tarafından yürütülmüş çokça çalışma mevcuttur. En yaygın uygulamaya konan ve bu yazıda yoğunlaşmak istediğim “truth seeking” yani hakikat arayışı üzerine olan mekanizmalardır. Hakikat arayışı daha önce anlatılmayanların anlatılmasına bir alan açarak geçmişte yaşananlara yeni açıklamalar bulmaya çabalar ve yerleşmiş siyasi söylemlere alternatif sağlamakta önemli bir rol oynar. Hakikat arayışı çabalarının en büyük örneği, 1981 yılında Birleşmiş Milletler desteğiyle kurulan iki toplumlu Kayıp Şahıslar Komitesidir. Komite şimdiye kadar rapor edilmiş 2.000 civarı kayıptan 913 bireyin kalıntılarını tespit etmiş ve ailelerine teslim etmiştir. Kayıp şahıslar çok hassas bir konu olmakla beraber çatışmanın her iki topluma kaybettirdiklerinin son bulmadığını temsil ettiği için politikayı yakından etkilemektedir.
Günümüzde kayıp şahıslar konusu Uluslararası İnsan Hakları Hukuku kapsamındadır ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarında da görüldüğü gibi 1950 Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi baz alınır ve uygulanır. AİHS bağlamındaki ilgili maddeler 2., 3., 8., 9., 13. ve 14. maddelerdir. Bunlar yaşam hakkını koruyan, işkence, insanlık dışı ve aşağılayıcı muamelenin yasaklanması, özel ve aile hayatına saygı, düşünce ve din özgürlüğü ve adil olmayan bir şekilde ayrımcılığa uğramama haklarıdır.
Buna ek olarak, AİHS’nin sunduklarını destekleyen bir başka çalışma olan “CED” 2010 yılında yürürlüğe girmiştir ve kayıp şahıslar konusunda devletlerin asgari yükümlülüklerini belirtir. Konuya ilişkin en önemli hüküm bu anlaşmanın 24. maddesidir. Bu madde mağdur tarafı kayıp dolayısıyla doğrudan zarar gören herhangi bir kişi olarak tanımlar, gerçeği bilme hakkıyla beraber devletlere olayların aydınlatılmasını öngören yasal olarak bağlayıcı yükümlülükler yükler.
Yaygın insan hakları ihlalleri ile uğraşmak büyük pratik zorluklar içerir. Ülkelerin siyasi dengeleri ve kültürleri farklı mekanizmaların uygulanmasının önüne geçebilir veya hükümetler geniş kapsamlı girişimler yürütmeye istekli olmayabilirler. Geçtiğimiz 20 yılda farklı ülkelerin uygulamaları ve deneyimlerinden çıkarabileceğimiz önemli bir nokta, geçiş dönemi adaletinin etkili olabilmesi için birbirini tamamlayıcı bir dizi uygulamanın beraber kullanılmasının gerekli olduğudur. Örneğin ihlalleri gerçekleştirenlerin cezalandırılması ve kurumsal reformların yapılması girişimleri eşlik etmeksizin, hakikatin ifade edilmesi sadece sözlerden ibaret görülebilir. Veya yargılamalarla ve hakikatin ifade edilmesiyle birleşmemiş tazminatlar ise mağdurların sessizliğini ya da muvafakatini satın alma girişimi olarak algılanabilir. Tabii ki büyük ölçekli insan hakları ihlallerinin yaşandığı bir geçmişle yüzleşmenin tek bir formülü yoktur, tüm geçiş dönem adaleti yaklaşımları insan haklarının evrenselliği inancını temele alır fakat nihayetinde her toplumun durumuna en uygun yöntemleri kendi belirlemesi şarttır.
(TABELLA – Yasemin AYGIN – 12.10.2020)
Türkiye’de “geçiş dönemi adaleti” tartışılacak...
Hakikat Adalet Hafıza Merkezi’nin İsveç Konsolosluğu desteğiyle düzenlediği “Türkiye'de Geçiş Dönemi Adaleti: Dönüşen Özneler, Yöntemler, Araçlar” başlıklı sempozyumu 27, 28 ve 29 Kasım tarihlerinde çevrimiçi olarak gerçekleşecek.
Farklı disiplinlerden 21 araştırmacının 16 tebliğ sunacağı sempozyum 3 gün sürecek ve şu 6 oturum başlığında düzenlenecek:
* Ceza Yargılamalarında Hakikat ve Adalet
* Sivil Hakikat Arayışı, Dönüşen Özneler ve Mücadele Deneyimleri
* Çatışan Hafızalar ve Hakikat Anlatıları
* Mekan, Şiddet ve Hafıza
* Hakikat Arayışında Yeni Medya Araçları ve Dijital İmkanlar
* Hafızalaştırma Aracı Olarak Sinema
Adalet ve hakikat talepleri
“Türkiye’de devletin farklı ve çoklu tür şiddetine maruz bırakılanların hakikat ve adalet arayışı geçiş dönemi adaleti perspektifinden nasıl ele alınabilir?”
Sempozyum, bu sorudan yola çıkarak tebligat çağrısı yapmıştı.
Hafıza Merkezi, sempozyumun amacını da şöyle açıklıyor:
“Amacımız, geçiş dönemi adaleti alanını geniş bir perspektifle ele almak, Türkiye'de yaşanan ağır insan hakları ihlallerine dair adalet ve hakikat taleplerini güncel gelişmeler ışığında tartışmak ve geçiş dönemi adaleti alanının dönüşen özneleri, yöntemleri ve araçlarına ilişkin bilgi üretimine katkı sağlamak.”
Geçiş dönemi adaleti nedir?
“Baskıcı ve çatışma yaşamış otoriter rejimlerden, barışa ve demokrasiye geçişin sağlanmasının koşullarını araştırır. Geçmişte yaşanan şiddetin mirasıyla yüzleşmek için hayatta kalanların hakikat, adalet ve onarım arayışlarına yanıt olabilecek çeşitli çabalar, yöntemler ve yaklaşımlar içerir. Bitmek bilmeyen şiddet döngüsüyle sarılmış toplumlar, daha demokratik, adil ve barışçıl bir gelecek umuduyla yaklaşık yarım yüzyıldır geçiş dönemi adaletinin çerçevesini tartışmaktadır.
Türkiye’de geçiş dönemi adaleti tartışmaları, akademi ve sivil toplum alanlarında 2000’li yıllarda yaşanan kritik yargısal ve siyasal gelişmelerin ışığında ivme kazandı. 2008 yılı sonrası açılan yüksek profilli ceza davaları ve canlandırılan soruşturmalar, cezasızlık zırhının kısmen kırılacağına, inkâr edilen hakikatlerin aydınlatılacağına dair temkinli bir umut doğurdu. 2015’te şiddetin daha da tırmandığı çatışma dönemine girilmesi, 2016’daki darbe girişimi sonrası oluşan baskı ortamında sivil alanın ifade özgürlüğüne yer bırakmayacak biçimde ciddi boyutlarda daraltılması ve yargıdaki dönüşümü de içeren rejim değişikliği, bu tartışmalarının zayıflayarak neredeyse silinmesine yol açtı.
Dünya çapında tanık olduğumuz ‘yükselen popülizm, faşizm, aşırı sağ’ ve ‘hakikat sonrası dönem’ tartışmaları etrafında konuşulan demokrasi krizi, pandemi koşullarıyla daha da derinleşti. Bu durum, devlet şiddeti, kurumsal ırkçılık, cezasızlık pratiklerine itiraz eden yeni ve güçlü eylemlilikler örneğinde gördüğümüz gibi, adalet ve hakikat nosyonları üzerine düşündürten yeni dinamikleri de beraberinde getirdi.”
(BİANET.ORG – 23.11.2020)
“Cumartesi Annesi Zeycan Yedigöl hayatını kaybetti...”
12 Eylül darbesinin ardından gözaltında işkenceyle öldürülen ve cenazesi kaybedilen Nurettin Yedigöl’ün 90 yaşındaki annesi Zeycan Yedigöl hayatını kaybetti. Cumartesi Anneleri, Yedigöl’ün vefat haberini sosyal medya hesabından duyurdu.
Paylaşımda, “39 yıl boyunca gözaltında kaybedilen oğlu Nurettin Yedigöl’ü ve adaleti arayan Zeycan Annemizi kaybetmenin derin üzüntüsü içindeyiz. Rahat uyu Zeycan Annemiz, senin Nurettin'e ulaşma ve adalet ısrarın bize emanet. Unutmadın, unutmayacağız. Vazgeçmedin, vazgeçmeyeceğiz” denildi.
Zeycan Yedigöl’ün cenazesi bugün (22 Kasım) Bağcılar Cemevi’nden memleketi Erzincan’a uğurlandı.
"Oğlumu kaybedenlerden iki cihanda davacıyım"
5 Nisan 2014 yılında Galatasaray Meydanı'nda yapılan eyleme mektup gönderen Zeycan Yedigöl, "Oğlumu kaybedenlerden, katillerini yargılamayanlardan iki cihanda da davacıyım" demişti.
Nurettin Yedigöl kimdir?
1954 yılında Erzincan'da doğdu. Çocukluğu Erzincan'ın Yaylalar köyünde geçen Yedigöl, lise öğrenimi görmek üzere Erzincan'a gitti.
1974'te İstanbul'a yerleşen Yedigöl, İşletme Fakültesi'nde okurken 1976-77 yıllarında İstanbul Yüksek Öğrenci Derneği (İYÖD) yönetiminde yer aldı. Daha sonra da MLSPB'ye katıldı.
Nasıl kaybedildi?
Nurettin Yedigöl, 10 Nisan 1981'de Çağlayan'da kuzeninin düğününden çıktıktan sonra arkadaşlarının kaldığı İdealtepe'deki eve gitmek üzere düğünden tek başına ayrıldı. Gittiği evden bir gün önce de arkadaşları gözaltına alınmıştı, polis evde bekliyordu.
Günler sonra Muzaffer Yedigöl, ağabeyinin evine gitti, onu evde bulamayınca evde bulamayınca not bıraktı. Notu alan ev arkadaşı A.T., Muzaffer Yedigöl'e ulaşarak Nurettin'in uzun süredir eve gelmediğini, yurtdışına kaçmış olabileceğini söyledi.
Haberi alan Muzaffer Yedigöl ve yengesi Sayzer Yedigöl her haftasonu Gayrettepe 1. Şube'ye giderek Nurettin Yedigöl'ü sordu ve kendisine iletilmek üzere sigara, para ve iç çamaşırı bıraktı; ancak emanetleri önce teslim alan polis daha sonra burada öyle biri yok diyerek hepsini geri verdi.
12 Nisan 1981'den sonra kendisinden haber alınamadı.
(BİANET.ORG – 22.11.2020)
DEVAM EDECEK