Srebrenika katliamından sağ kurtulanlardan birisi de Almina Besiç ve yaşadıklarını “Srebrenika’yı Hatırlamak – Remembering Srebrenica” adlı örgütün internet sitesi için kaleme aldı... Almina Besiç, Bosna’da savaş patlak verdiği zaman henüz altı yaşındaymış... “Savaş bittiğinde 10 yaşındaydım ama dört sene önce çocuk olmaktan vazgeçmiştim” diye yazıyor. Almina Besiç’in yazısını okurlarımız için derleyip özetle Türkçeleştirdik. Almina Besiç, özetle şöyle yazıyor:
*** Yurdumu bir göçmen olarak savaş nedeniyle terkettiğim zaman, yurdumdan yanıma aldığım herhangi bir obje yok savaşla ilgili – ancak pek çok hatıram vardır ve umarım ki paylaştıklarım, savaşta çocuk olan başkalarında bir yankı yaratır. Yurdum Bosna-Hersek’e savaş geldiği zaman henüz altı yaşındaydım. Nisan sonu sıcak bir gündü... Savaş resmi olarak 6 Nisan’da, Bosna’nın Bağımsızlık Günü’nde başlamıştı ancak Nisan sonuna kadar kentimizde herşey normal seyrinde gitmekteydi... Hatta savaşın ilk günü bile herşey normal gibiydi. Okula gittim, birinci sınıftım, en iyi arkadaşlarımdan birisi Bojan idi, kendisi bir Sırp idi. Savaştan önce o ve ailesi kayıp olmuştu, nedenini hiç öğrenemedim. Annem işe gitmişti. Şu anda bunu düşlemek kolay değil ancak insanlar umutluydu ve savaşın kendilerine gelmeyeceğine inanıyorlardı.
*** O gün kaçışımızın tüm detaylarını hatırlamıyorum ancak o gün, hayatın sonu gibiydi... Bugüne kadar da Nisan 1992, hem benim, hem de Bosna’da binlerce başka çocuğun hayatı sonsuza kadar değişti. Okuldan eve yürüdüğümü ve sonra herşeyin değiştiğini hatırlıyorum. Tüm ailemle birlikte yakında bir kente gitmiştik, bir evde aynı odada 30 kişi yatıyorduk. Kimin eviydi bu bilmiyordum. Oradaki herkesi de tanımıyordum. Tek bildiğim annem ve kızkardeşim oradaydı, çok sıkışıktı oda ve kokuya katlanmak kolay değildi. Çok şükür annemin bir arkadaşı bize evinde ailesiyle kalmayı teklif etti, olduğumuz yere yakın başka bir kentteydi o ev. Orada savaşın ilk altı ayını geçirecektik. Kendi ülkemizde göçmen durumuna düşmüştük. Bulunduğumuz bölge “Krajina” olarak biliniyordu. Velika Kladuşa diye bir kentteydik. Savaştan birkaç ay sonra orada da ayrılıkçı yeni bir çatışma çıkmıştı ve böylece bir başka kente gitmek zorunda kalmıştık.
*** 1992’nin sonuydu bu ve işte böylece Bihaç’ta BM güvenli bölgesine gittik. Srebrenika gibi Bihaç da BM koruması altındaydı, bu da kentin güvenli olduğu ancak Sırp ordusu tarafından kuşatılmış olduğu manasına geliyordu. Orada savaşın en zor iki senesini geçirdik.
*** Pek çok şeyi çok canlı biçimde hatırlıyorum ancak başka şeyler de bir rüya gibi geliyor bana, sanki de annemin anlattığı masallardan biliyormuşum gibi. Okula gittiğimi hatırlıyorum, o zaman artık ikinci sınıf olmuştum. Okula yürüyüp gitmek hayatla kumar oynamak gibiydi. Ya yalnız gidiyorduk ya da başka çocuklarla nehir kenarından ya da köprülerin altından yürüyüp gidiyorduk, olası ateş açmalara karşı korunmak maksadıyla. Çok ateş açılıyordu. Bu da okulun çoğu zaman kapanması demekti. Bazı günler ise okulda daha uzun kalmak zorundaydık, kurşun yağmurunun sona ermesini beklediğimiz için. Okulda oturup da ölüm tehlikesi altında olmak nasıldı, bunu düşleyemiyorum. İnanıyorum ki bir çocuk olarak olaylara öyle bakmaz insan... Kışın daha zordu çünkü soğuğa katlanmak dayanılmazdı. Ancak mümkün olduğunca devam etti okul. Pek az kitabımız ve okul için malzememiz vardı.
*** O günlerden belleğime kazınmış bir hatıra var. Bir gün, ev ödevi olarak bir şiir ezberlemek zorundaydık. Şiiri hatırlamam ancak ezberleyebildiğim için çok gurur duyduğumu hatırlıyorum. Şiirin olduğu kitap evdeydi ve çabucak ezberlemiştim. Sınıfta tek tek kalkıp ezberden o şiiri okuyorduk. Bir noktada bir sınıf arkadaşımız takılmıştı, tüm sözcükleri hatırlayamıyordu. Öğretmen ona neden çalışmadığını sordu, o da evde kitabı olmadığını, sınıfta diğer çocukları dinleyerek ezberlediğini anlattı. Öğretmen dersin geri kalanı boyunca ağladı. Biz de sessizce oturup öğretmenin ağlamasını izledik. O günlerde yedi yaşındaydım ve daha o zamandan bunun normal bir sınıf, normal bir okul ve normal bir hayat olmadığını biliyordum. O çocuk, en yüksek notu alacaktı...
*** Bihaç’tan daha pek çok öykü var. Bir keresinde biz parkta oynarken ateş açılmıştı, kızkardeşim neredeyse vurulmuştu, komşumuzun kaldığımız binanın bodrum katındaki bomba sığınağına bizi götürmesiyle hayatta kalabilmiştik. Kaldığımız apartman dairesinde annem bana tüm kitapları okuyordu, bu kitaplar bizden önce burada yaşayan ancak savaştan önce kentten kaçan bir Sırp’a aitti. Amcalarım bizimle aynı apartman dairesinde kalıyordu, cepheden gelmişlerdi ve onların ter kokusunu alıyordum. 50 metrekarelik bu apartman dairesinde ninem de bizimle kalıyordu ve BM raşınlarıyla bize yemek pişirmeye çalışıyordu. Komşular, bize her çeşit yardım yapmaya çalışıyordu... Annem Kızılhaç’a gidiyor ve ailemizi birşeltirmeye çalışıyordu – babam savaş başladığında Hırvatistan’da kısılmış ve oradan Almanya’ya kaçmıştı... Bir paket un 100 Deutsche Mark’a yani 50 sterline satılıyordu... Pek çok hüzün dolu hikaye var ancak danayışma ve umut öyküleri de var...
*** Bihaç’ta iki sene geçirdikten sonra sanki de bir mucize sonucu annem bizleri bir Kızılhaç listesine koydurmayı başarmıştı, Almanya’da ailemizin bireştirilmesi kriterlerine uyan listeydi bu. Önce otobüsle Zagreb’e gittik, dayılarımdan biri orada kalıyordu... Zagreb’te dünya sonsuz ve barışçıl gibi geliyordu. Ekmek vardı, korkmadan sokakta yürüyebiliyordun yavaşça... 20 gün orada kalıp vizemizin gelmesini bekledik. Her gün fırına ekmek almaya gidiyordum. Ve her gün ekmek vardı... Oysa Bihaç’ta geçirdiğimiz iki sene boyunca neredeyse her gün ekmek için kuyruğa giriyordum fakat çoğu zaman ekmek yoktu. Bu bir başlangıçtı ve Almanya’da normal bir yaşam için çok umutluyduk... Belki de güvenlik içinde olunca herşeyin tamam olacağını düşünmek daha iyidir. Buna inanmak zorunludur. Aksi halde nasıl devam edebilirsiniz hayata?
*** Annemin neler hissettiğini düşünüyorum. Annesini ve kardeşlerini geride bırakmıştı, sırf kendi evlatlarını kurtarabilsin diye... Umutluyduk ancak Almanya’daki hayat hiç de kolay değildi. Birkaç ay boyunca sıkışık bir apartman dairesinde babamla ve halamın ailesiyle birlikte kaldık. 90 metrekarelik bir apartman dairesinde yirmi kişi kalıyorduk. Bir ay boyunca hiç uyumadım ve sonra uyuduğumda, uyurgezer olmuştum. Annemle babam sık sık beni alt katın kapısından yukarıya çıkarıyordu. Herşeyden korkuyordum... Herşey çok gürültülüydü, aşırı parlaktı. Onca yıl karanlıkta yaşadıktan sonra sürekli ışık olan yerlere tahammül edemiyordum. Sokak lambalarının yanmasını da istemiyordum geceleri, bu bana çok tehlikeli geliyordu. Havai fişekleri de istemiyordum, bana kurşunlamaları, bombalamaları hatırlatıyordu bunlar... Güvende olduğumdan emin oluncaya kadar çok uzun zaman geçmesi gerekecekti.
*** Dört sene Münih’te yaşadık. Bu sürede annemle babam sürekli çalıştılar ve kızkardeşimle ben neredeyse her zaman yalnızdık. Çok çabuk büyük, birkaç ay içinde Almanca konuşmaya başladık ve annemizle babamıza belgeleri, doktor ziyaretleri ve dil gerektiren herşeyde yardımcı olduk. Göçmen çocukların anlayabileceği gibi, oraya ait hissetmiyorduk kendimizi ancak evimizin neresi olduğunu da bilmiyorduk artık. Biz Almanya’dayken bitmişti savaş ancak geride bıraktığımız ülke, eski ülkemizin gölgesi gibiydi. Buna karşın savaş sona erdikten iki sene sonra deport edildik ve savaş sonrası Bosna’ya kendimizi uyarlamamız gerekti. Bu da kolay deildi. Şu anda bile kolay değil. Annemle babam kendimize döndüler, emeklilik hayatı yaşıyorlar Bosna’da.
*** Nihayetinde yurtdışında okumak için ayrıldım ve bir daha geri dönmedim. Artık büyük Bosna diyasporasının parçasıyım, onlar yalnızca tatillerde geri gidiyorlar. Oğlum Avrupalıdır ve benim sahip olmadığım her türlü olanağa sahiptir. Onun barış ve özgürlük içinde büyümesini diliyorum. En çok istediğim şey ise bizim kollektif travmamızı daha ileri götürmemesidir... Savaş bittiğinde ben on yaşındaydım ancak dört sene önce çocuk olmaktan vazgeçmiştim, savaş başladığı zaman...
(SREBRENİKA’YI HATIRLAMAK sitesinde Almina Besiç’in yazısını özetle derleyip Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).
Almina Besiç, ailesiyle birlikte...
*** GEÇMİŞLE YÜZLEŞME KONUSUNDA DÜNYADA NELER YAPILIYOR?
“100 yaşındaki “Anna Ana” mübadele günlerini anlatıyor...”
İskender ÖZSOY
Ne günlermiş o günler, bile yazamayız.
O ‘Bile yazamadığımız’ günlerin gecesinde kabuslarla uyunurmuş meğer, her sabah yeniden doğulurmuş.
Bir büyük aydınlıkta bozulurmuş gecelerin kabusu.
Ortalık toz dumanmış.
Ve toz duman içinde ferman okunmazmış.
Ortalık toz duman olmadan önce, güllük gülistanlık olmasa bile hayat akıp gidiyormuş Sinasos’ta.
Ürgüp’ün Sinasos (Rumların ve Türklerin bir başka söyleyişiyle Sinason) beldesinde İzmir’in işgali ve Kurtuluş Savaşı sırasında hiçbir şey olmamış.
Hatta Ege ve Karadeniz’deki Rumların Yunanistan’a kaçış günlerinde bile.
O yıllarda Sinasos’ta Türklerin ve Rumların mahalleleri ayrıymış ama ilişkiler sıcak ve samimiymiş.
Paskalyalarda, bayramlara iki halk birbirlerini ziyaret eder, Müslümanlar Rumların yortularına parasıyla mum yaktırarak katılır; Rumlara “Benim için de dua edin” derlermiş.
Hıristiyanlar da Ramazan ve Kurban Bayramlarında şekerleriyle Türkleri ziyaret edermiş.
“Doğunun incisi” diye anılan Sinasos’un düzeni 30 Ocak 1923’te Yunanistan’la Türkiye arasında imzalanan Yunan ve Türk Ahalinin Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol’den sonra bozulayazmış.
O günden sonra ferman buyurulmuş büyük yerlerden.
Gidilecek.
Ve yüreklere düşen kor; ayrılık acısı...
Sinasoslular mübadele olacağını 1923’ün temmuzunda “devlet”ten öğrenmiş.
Yola çıkışa kadar geçen bir yılda Sinasoslular kendilerini bir yandan ayrılığa alıştırırken bir yandan da hazırlıklarını yapmış.
... O ayrılık günü gelip çatınca gözyaşlarıyla yola çıkılmış.
Sinasos’tan 1924’ün ağustos ayında at arabalarıyla başlayan dört günlük yolculukta Mersin’e varılıncaya kadar hiç zorluk çekilmemiş.
Rumlar, Türkler tarafından hırsızlara, soygunculara karşı korunarak Mersin Limanına kadar götürülmüş.
Mersin’den çıkış 2 Ekim 1924’te tamamlanmış.
Ve Yunanistan, bilinmezler ülkesi.
Çoğu Sinasoslunun adını bile bilmediği bir ülke ve o ülkede yeniden kurulmaya çalışılan yaşamlar.
Sinasos’tan “o ülke”ye gidenleri Mersin’den taşıyan gemi Pire’ye yakın bir liman olan Elefsina’ya bıraktı kader yolcularını.
Elefsina’da inenler daha sonra Yunanistan’ın Girit’ten sonra en büyük adası Evia’ya (Eğriboz) gönderildi.
…
Anna Lazopulu Papandreu’yu tanır mısınız?
O, Anadolu’nun bereketli topraklarında ulu bir çınarın kökleri kadar derine kök salmış yerli bir Rum’dur ve dahi Sinasosludur.
Ve henüz bebekken ailesiyle Eğriboz’daki Nea Sinasos’a zorunlu olarak iskan edilen Sinasos mübadillerinin son birinci kuşak tanıklarındadır; belki de sonuncusudur.
MÜBADELEDEN ÖNCE SİNASOS
Marangoz Nikos ve Elisavet Piseridu çiftinin yedi çocuğundan Anna Lazopulu Papandreu 1922 yılında Sinasos’ta doğmuş.
Şimdi “Anna Ana” anlatmaya başlayacak öyküsünü; aile büyüklerinden duydukları ve tanık olduklarıyla.
Ama bu röportajda onu hep birinci tekil şahıs olarak dinleyeceğiz.
Önce mübadelenin eşiğindeki Sinasos’ta hayat.
“Erkeklerin çoğu Sinasos dışında; İstanbul veya başka yerlerde çalışırdı. Bazıları iki üç yılda bir, bazıları daha seyrek köye, ailelerini görmeye gelirdi. Gelir gelmez de önce Aziz Nikolas Kilisesi’ne uğrar adaklarını teslim edip evlerine öyle giderlerdi. İyi kazançları olanlar kıymetli gümüş eşyalar getirirlerdi kiliseye. Erkekler ticaretle uğraşırdı. Bakkallık, havyar ticareti ve balık tuzlama işleri bizimkilerin elindeydi. Tuzlu balık, zeytin ve zeytinyağı makbule geçerdi. O yüzden zengin mevlitlerinde yarım dilim ekmek üstünde bir tuzlu balık ve iki zeytin dağıtılırdı. Koyunlar kesildiğinde yıllık yağ kuyruklardan alınır, etler de kavurma olurdu. Yazın sebze ve meyve kurutulurdu. Üzümden pekmez ve reçel yapılırdı. Yiyecekler bozulmasın diye serin kaya oyuklarında muhafaza edilirdi. Türkler bahçelerimize bakar, Paskalya Bayramı’nda onlara kırmızı yumurta ve paskalya çöreği verirdik. Serafim Rizos ailesinin komşusuyduk. Ablalarım, Rizos’un benden biraz büyük olan oğlunu gezdirirlermiş.”
“Doğunun incisi” Sinasos’un güzel günlerinin altüst olacağı günler gelip çatmıştır.
Türkiye’yle Yunanistan arsında imzalanan mübadele sözleşmesine göre terk edeceklerdir binlerce yıllık yurtlarını.
Kapadokya’nın en özgün köyüne ayrılık haberi 1923’ün temmuzunda ulaşır.
Anna Lazopulu Papandreu anlatıyor:
YENİ MEMLEKETTE HAYAT
“Sinasos’tan kağnılarla ayrılırken geçtiğimiz her yerde Türkler bizi ağlayarak uğurladı. Yanımıza yolda yememiz için ekmek ve sepetlerle çeşitli meyveler verdiler. Mersin’e kadar gittik. Gemiye bindik. Gemi çok kalabalıktı. Mersin’e başka bölgelerden gelenler de vardı. Bazıları hayvanlarını da getirmişlerdi. Her taraf pislik içindeydi. Bir ara fırtınaya yakalandık. Geminin batmasından korkulduğu için sandıkları denize attılar. Gemide Ürgüp’ten kaçırılan Aziz Yannis’in naaşı da vardı. Güç bela Elefsina Limanına geldik. Karantinada kaldık bir süre. Sonra Evia Adası’nın kuzeyinde bir köye geldik. Bir tepenin yamacında kurulan çadırlarda yaşamaya başladık. Suyu olmayan bir yerdi. O kışı çadırlarda geçirdik. Kış çok ağırdı. Çok ölen oldu o kışta, kıyamette. Sonra önderimiz Serafim Rizos okulları zorla açtırdı ve bir süre de okullarda yaşadık…”
Sonrası?
Sonrasını, yani yeni bir ülkede, yeniden kurulan yaşamları şöyle anlattı Papandreu:
“Babam marangoz olduğu için bize verilen arsada bir baraka yaptı. Herkes iyi kötü barakalar yaptı ve zamanla Nea Sinasos (Yeni Sinasos) kuruldu. Köyün ilk yıllarında sıtmadan ve sefaletten çok ölen olmuştu. Köyde önce okul ve kilise yapıldı. Aziz Nikolas Kilisesi’ne memleketten getirilen kutsal eşyaları yerleştirildi. Müze gibi. Gümüş şamdanlar, buhurdanlıklar, inciller ve aziz ikonaları. Bugün kilisenin temellerinde Sinasos’taki Aziz Konstantin ve Eleni Kilisesi’nden getirilen Nikolakis ve Evsevia Rizos un kemikleri var. Okul ilk zamanlar küçük, iki göz kerpiç bir yapıydı. Ben orada okudum. Sonraları tepede yeni okul yapıldı. Memleketten getirilen duvar saati şimdi orada. Bazı eski mühürler, kıyafetler ve kitaplar da orada. Anne ve babamızı çok erken kaybettik. Ben sekiz yaşındaydım. Abilerimden Kosmas evlendi. Eşi Anastu (Anastasia) bana annelik yaptı. Sinasos’ta bir kıza aşık olan Türk kaçarak bizimle gelmişti. Burada evlenip çoluk çocuk sahibi oldu. Ama Türklerle evlenip Sinasos’ta kalan kızlar da vardı.”
BARIŞ VE HUZUR
İşte geldik röportajın sonuna.
O zorlu günlerin çemberinden geçen Anna Lazopulu Papandreu bugün Nea Sinasos’ta çocuk ve torunlarıyla asude bir hayat sürüyor.
Ancak doğduğu ve yıllar sonra gidip gördüğü Sinasos’u ve orada kendisine karşı gösterilen sıcak ilgiyi unutamamış.
Şöyle diyor Anna Hanım:
“Sinasos’a iki kere gittim. Atalarımın memleketini yeniden görebildim. Bizi çok sıcak karşıladılar. Sağ olsunlar, çok güzel anılarım var. Bana sevgi ve saygı gösterilerinde bulundular, unutamam. Hâlâ bana hediye ve selam gönderiyorlar, unutmuyoruz birbirimizi. Çocuklarım, torunlarım hep gidip geliyor. Oradan da dostlar geliyor. Bu böyle devam edecek, inanıyorum. Ne isteriz ki, barış ve huzur içinde yaşamaktan başka.”
Anna Ana, geçmişle yüzleşmeye katkı olarak hatırlarını anlattı...
………….
Bu röportaj için Despoina Büyükmanu’ya teşekkür ederim...
(EVRENSEL – İskender ÖZSOY – 6.11.2022)