Anti Militarist Laila
Kendimi herhangi bir toprak parçasına ait hissetmediğim andan itibaren, sırtımdaki çanta ile dünyayı dolaşıyorum. Tabi ki bu, alelade bir seyahat olmuyor. Kadın hikâyeleri topluyorum cihanın dört bir yanından. Eril düzenin yarattığı eşitsizlik ve adaletsizlikle boğuşan, yeri geldiğinde kendini uçurumdan atmak isteyen ama yılmayan, düştüğü dehlizden kendi elleriyle kurtulan, sızlanıp kendi köşesine çekilmeyen, bunalsa bile üreterek hayata tutunan, sömürülen emeğinin karşılığını almak için direnen ve eninde sonunda yok sayılmayı tarumar eden kadınların hayat mücadeleleri ile tanıştım. Tahmin edeceğiniz üzere, her kadının anlatısı benzer özellikler taşımaz. Her biri farklı kültür ve coğrafyalarda hayat sürdüğü için, erkek egemenliğini farklı koşullarda ama her daim kadınlık pratiği üzerinden deneyimler. Hemen hemen hepsini birbirine bağlayan bir bağ vardır. Özellikle de çatışma dönemlerinde yaşanan savaş suçlarına maruz kalan kadınları dinlerken, şaşkınlığımı gizleyemedim. Büyük bir çoğunluğu, yaşadığı karabasanı anlatırken aynı senaryoyu tekrarladı.
“Öteki milletin / dinin / mezhebin / ırkın / sınıfın kadınlarıyız diye hedef hâline getirildik. Bedenimiz işgal edildiğinde, ait olduğumuz gruba karşı başarı elde ettiklerini sandılar. Bir kısmımız, bu acıyı hayat boyu bedeninde taşıdı. Tecavüz sonrasında hamile kaldı. Hatta tecavüz bebekleri dünyaya getirdi. Çıplak ve ölü bedenlerimiz, savaş kazanımı olarak sergilendi. Bunun hesabını yıllarca kimse vermedi. Sadece bunu yaşatanlar değil, aslında “bizden” diye tanımladığımız milletdaşlarımız da yok saydı acılarımızı. Savaş suçu olarak tecavüz, her dönemde hasıraltı edildi, konuşulmadı. Susturulduk Laila, sesimiz çıkmadı, çıkamadı. Sonrasında zaten toptan dilsiz, benliksiz kaldık. Her şeye rağmen yaşadık. Umudumuzu öldüremediler.”
İşte o anlarda cezasızlığın, ne mene bir şey olduğunu anladım. İnsanın en küçük bir suça maruz kaldığında yaşadığı adalet arayışı ile karşılaştırıldığı zaman, bu denli bir acının cezasız kalması hiçbir hukuk anlayışında yer alamaz. Düşündükçe yüreğim ağırlaştı ve nefes alamadım. Ama o kadınların hâlâ ayakta durabilme gücüne de hayran oldum ve dedim ki; elbet bir gün adalet sağlanacak. İşte böyle günlerden birinde, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin kararı açıklandı. Karara göre; savaş sırasındaki cinsel saldırılar, ilk kez ‘savaş suçu’ olarak kabul edildi. Uluslararası Ceza Mahkemesi, Demokratik Kongo Cumhuriyeti eski devlet başkanı yardımcısı Jean-Pierre Bemba’nın savaş suçu işlediğine hükmetti.
Mahkeme, Bemba’nın emrindeki milislerin, 2002 ve 2003 yıllarında ülkede ölüm ve tecavüz olayları işlediğine, bunda milislerden sorumlu olan Bemba’nın da payı olduğuna karar verdi. Kısacası suçu işleyenler kadar, onlara böyle bir emir vermemiş olsa da komutan da sorumlu tutuldu. Haberi alır almaz Kıbrıs coğrafyasına uğradım. Çünkü o adada da benzer hikâyelerin yaşandığını kadınlardan dinlemiştim. Kıbrıs’taki adaletsizliklerin de bir gün son bulacağına ve çatışma dönemlerinde yaşanan acılarının cezasızlıktan kurtulacağına dair umutlandım. Belki Kıbrıs’taki cezasızlık da bir gün son bulur, kim bilir.
---------------------------------------
Mor Kitaplık
Ahu Antmen “Sanat/Cinsiyet”
Sanat Tarihi ve Feminist Eleştiri
Yakın geçmişe kadar müze koleksiyonlarına ve sanat tarihi kitaplarına baktığımızda, tarih boyunca hemen hiç kadın sanatçının yaşamamış olduğu, yaşamışsa da herhangi önemli bir sanatsal katkıda bulunmadığı kanısına varabilirdik. Bugün durum pek de öyle değil. ABD ve Avrupa’da 1960’lı yıllardan itibaren yaşanan toplumsal feminist dalga, çok geçmeden etkisini sanat pratiği ve kuramında da gösterdi. Başta Linda Nochlin’in çığır açıcı makalesi “Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Yok?” olmak üzere, feminist eleştirmen ve sanat tarihçilerinin geleneksel sanat tarihi üzerindeki incelemeleri, kadın sanatçıların üretiminin görmezlikten gelinmesi sürecini ciddi anlamda kesintiye uğrattı.
Aradan geçen yıllar içinde sanat tarihi kitaplarının yeni basımlarında, kadınlara da yer verilmeye başlandı; feminist sanat tarihçilerinin öncülüğünde, unutulmuş, gözden kaçmış, çeşitli nedenlerle hiç önemsenmemiş kadın sanatçılarla ilgili monografik çalışmalar yapıldı. Deha, ustalık, yetenek gibi kavramların erkekler tarafından erkekler için belirlenmiş olduğuna inanan feminist sanat tarihçi ve eleştirmenlerin, akademi, müze, sanat tarihi gibi belirleyici kurumların kadın sanatçıyı sürekli dışlayan sistematiğini belli bir sorgulamaya tabi tutması, tarihin akışını bir ölçüde dönüştürdü. Bu seçki, bugün de sürmekte olan o yoğun sorgulama sürecinden seçilmiş metinleri bir araya getiriyor.
------------------------------------------------------------
Malumat-ı Nisvan
İrlanda’da 15 yaş üstü çalışan nüfus içerisinde,
• Tam zamanlı işlerde istihdam edilenlerin % 40’ı kadın iken, % 60’i erkek
• Kadınlar ayda 2790 Euro kazanırken bu miktar erkeklerde 3474 Euro.
• 15-74 yaş arası nüfusta yüksek öğrenim oranı kadınlarda % 34 iken, erkeklerde % 28.
• Her gün yemek pişirme ve ev işlerine en az 1 saat ayıran çalışanlar içerisinde kadınlar % 77.1, erkekler % 38.
• Her 2 günde bir ev dışında yapılan spor, kültür ve eğlence aktivitelerine çalışan kadınların sadece % 19.6’sı katılırken, bu oran erkeklerde %24.5.
• Kabinedeki kadın oranı % 14, erkek oranı % 86.
• Parlamentodaki kadın oranı % 15, erkek oranı % 85.
• Bölgesel kurullar/belediyelerde kadın temsili % 17, erkek temsili %83.
-------------------------------------------------------------------
Cadı Süpürgesi
Kan, Gözyaşı ve Ölümü Kutsayan Her Şeyi Süpürüyoruz…
Ulus devletin en büyük dayanağı ve meşruiyetini sağlama aracı olan milliyetçilik ile militarizm kardeşliği, ülkemizde de çeşitli törenlerde boy gösteriyor. Okul sıralarında, genellikle sosyal dersler aracılığıyla ekilen düşmanlık tohumları, yerel ve ithal milli günlerle, daha da pekiştiriliyor. İlkokul, ortaokul ve lise sıralarından geçen her Kıbrıslı Türk genç, bu görüntülerden en azından birine tanıklık etmiştir; ya şehitliklere ve milli müzelere yapılan gezilere ya da uygun adım marş ve silah atışlarının yapıldığı çelenk koyma ritüellerine katılmıştır. Sadece yerelde önem taşıyan günlerde değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kıbrıs’ın kuzeyine enjekte ettiği günlerde de benzer manzaralar yaşanır. Mesela geçtiğimiz hafta, Çanakkale Savaşı’nda ölenleri anma etkinliklerinde silah atışı altında, kan ve gözyaşı içeren şiirler okutuldu öğrencilere. İşte o görüntüde yer alan her bir uygulamayı süpürüyor ve onları tarihin tozlu sayfalarına gönderiyoruz. Çünkü biliyoruz ki, barış silah gölgesi altında tesis edilebilecek bir değer değildir. Barış; silah, kan ve gözyaşının olmadığı yerde yeşerebilir.