Kıbrıslırum okurlarımızdan Ksanti Kollitsis, bize gönderdiği bir dostluk öyküsünde, savaşta yaşananları aktarıyor...
Kansti Kollitsis’in “Sınır Tanımayan Hekimler” başlıklı yazısı şöyle:
“Sevgili Sevgül,
Sana sözünü ettiğim öykü bu... Sanırım bunu senin kaleme alman lazım... Tüm detayları veriyorum ki hangi bölümlerinin yararlı ya da geçerli olduğuna karar veresin...
Senin o güçlü kalemine müteşekkirim, herhangi bir silahtan daha güçlüdür senin kalemin!...
Küçük bir çocukken ve büyüyorken, Kıbrıs sorununa ilişkin sorularım olurdu, işgale ilişkin sorularım olurdu ve babam da kendince en iyi biçimde bana izahat vermeye çalışırdı, küçük bir adada küçük bir nüfus olduğumuzu ve sonuçta birbirimizi öldürerek yurdumuzu böldüğümüzü anlatırdı. Bunun için de her zaman toplumumuzdaki tehlikeli milliyetçileri suçlardı... Bana sık sık, bağımsızlıktan sonraki Kıbrıs’ta “bizlerin” Kıbrıslıtürkler’e nasıl adaletsizce davrandığımızı anlatırdı. Şanslıydım ki böylesi bir çevrede büyüyordum, hem evde, hem de okulda hiçbir zaman Kıbrıslıtürkler’e ilişkin herhangi olumsuz bir sözcük duymadan büyüyordum, yaşıtlarımın tam tersine... Aslında tam tersine babam çoğu zaman çok etkilenmiş biçimde geçmişten bir dostu ve meslektaşı olan bir Kıbrıslıtürk’ün sevgili anneciğinin hayatını nasıl kurtarmış olduğunu aktarırdı..
Yıllar sonra, 2002 yılında babamın vefat etmesinden çok sonra sevgili arkadaşım Şeniz Etkin’i ziyaret ediyordum... Şeniz’in doğumgünüydü ve o ve eşi Özün beni ve çok yakın arkadaşlarını akşam yemeğine davet etmişlerdi. Girne’ye bakan tepelerdeki küçük bir lokantaya gitmiştik.
Şeniz’in arkadaşı Saffet’le ben akşam yemeği esnasında sohbet etmeye başlamıştık... Şeniz’e duyduğumuz sevginin yanısıra başka ortak yanlarımız olduğunu da keşfetmiştik... Her ikimizin babası da hekimdi ve hatta aynı dönemde Edinburg Üniversitesi’nde öğrenim görmüşlerdi! Birbirlerini tanıyıp tanımadıklarını merak etmiştik. O günlerde babam vefat etmişti ve Saffet’in babası da evde hastaydı, böylece sadece merak etmekle kalıyorduk...
Sohbet, Kıbrıs’ta pek çok kez olduğu gibi, bir kez daha hiç bitmeyen Kıbrıs çatışmasına doğru aktı gitti ve o karanlık günlerde babalarımızın “öteki taraftan” insanlara nasıl yardım etmiş olduklarına ilişkin öykülerimizi birbirimize aktarmaya başlamıştık.
Babalarımız nefrete ve savaşa karşı durmuşlar, “taraflar”a bakmaksızın hayatı korumaya çalışmışlardı.
Saffet’e ayrıca ninemin bir Kıbrıslıtürk hekim tarafından nasıl kurtarılmış olduğunu anlattım ancak bu öyküyü yıllar önce duymuştum ve ninemin hayatını kurtaran doktorun adı aklımda değildi... Ancak babamın otobiyografisini kaleme aldığı zaman bu olayı da aktarmış olduğunu biliyordum, eve döner dönmez buna bakacaktım.
Saffet’e babasının adını sordum ve o da bana babasının adını söyledi.
Eve dönünce babamın yazdığı kitabı bulup karıştırdım, ta ki aradığım bölümü buluncaya kadar ve işte oradaydı, Saffet’in babasının adı oradaydı: Dr. Kaya Bekiroğlu!
Ne yazık ki Dr. Bekiroğlu’yla tanışma fırsatım olmadı çünkü kısa süre sonra hastalıktan ötürü vefat etmişti ancak ailesiyle buluşarak onlara başsağlığı diledim ve ailesine teşekkürlerimi sundum... Babam ve ailemiz adına hayatım boyunca ona müteşekkir olacağım ve Saffet’in de benim arkadaşım olmasından gurur duyacağım...
Babam Dr. Nikos Kollitsis’in hatıralarını kaleme aldığı kitabında bu konuda neler yazdığını da kabaca çevirdim. Babam bu konuda şöyle yazmıştı:
“Temmuz 1974. (Darbeden sonra) ilk işgal oldu ve ilk yaralılar gelmeye başladı... Girne’den ilk göçmenleri kliniğime almıştım... Yıkımı ve alevleri görüyorduk ve ben gözlerime inanamıyordum. İkinci işgal öncesi Salı günü, birilerinin çalmış olduğu arabamı Lefkonuk’tan almaya gittim. Kızkardeşim Kiki’yi annemiz Hristalleni’yi Değirmenlik’ten (Kythrea) Lefkoşa’ya getirmesi için göndermiştim ancak annem tavuklarını ve eşeğini bırakıp gitmeye razı olmamıştı, onsuz bu hayvancıkların öleceğini söylüyordu. Böylece Değirmenlik’te kalmıştı ve Türkler’in esiri olmuştu...
Çarşamba günü sabah erkenden hareket ettim, annemi almaya gidiyordum ancak Lefkoşa’nın iki mil dışında silah sesleri duyarak geri dönmek zorunda kaldım.
Annemin, teyzem Rodu ve eniştem Yorgos’un serbest bırakılması için girişimler yapmaya başlamıştım. 84 yaşındaki annem – daha sonra öğreneceğim üzere – Değirmenlik (Kitrea-Cirga) ile Voni (Gökhan) arasındaki yolda bir Türk askeri anneme silahının dipçiğiyle vurmuş, annem düşmüş ve dizinden yaralanmıştı. Voni’ye vardığında aynı noktada 15 gün boyunca oturup kalakalmıştı. Çok şükür ki köylüler kendisine su vermiş ve en azından susuzluktan muzdarip olmamıştı... Sağ bacağındaki şişme nedeniyle hiçbir şekilde hareket edemiyordu...
O günlerde, köylülerimizden birisinin Lefkoşa Genel Hastanesi’ne gitmesi için izin verilmişti, bebeği sarılık olmuştu ve tedaviye ihtiyacı vardı. İşte bu köylümüz Hristalleni Kollitsis’in ölmek üzere olduğu mesajını getirmişti.
Derhal koşuğ Kızılhaç’ta çalışan bir Alman doktor buldum ve ona bu öyküyü anlattım. Bana bizzat kendisinin oraya giderek annemi muayene edeceğine dair söz vermişti.
Ertesi günü ciddi biçimde hasta olan bir diğer Değirmenlikli köylümüz hastaneye getirilmişti ve aynı mesajı taşıyordu: Hristalleni ölüme yaklaşmıştı...
Bu haberden önce Kızılhaç’ın doktoru bana annemin dinlendiğini ve ciddi bir rahatsızlığı olmadığını söylemişti. Eğer yanılmıyorsam o günlerde Lefkonuk yakınlarında, galiba Sinde köyünde bir toplu mezar bulunmuştu...
İkinci mesajı bu şekilde alınca çok öfkelenmiştim. Yani o doktor bana yalan söylemişti. Cumatesi saat geçti ve Kleopatra Oteli’ne giderek bu doktoru aramaya başladım. Otelin karşısındaki bir Kıbrıs tavernasında, bir grup Kızılhaç çalışanı arasında buldum onu. Onlara selam verip doktora seslendim:
“Hekim meslektaşım sen bir yalancısın ve davranışlarının Kızılhaç prensiplerine uyup uymadığı hakkında kuşkuluyum... Şu anda bir haber aldım, annem ölüyormuş oysa sen bana onun çok iyi olduğunu söylemiştin” dedim.
İçkilerini masaya bıraktılar...
“Seni uyarıyorum” dedim bu doktora, “Eğer annem ölürse, sen de öleceksin...”
Masadaki genç bir adam ayağa kalkarak kendisinin bizzat oraya giderek durumu araştıracağı konusunda beni ikna etmeye çalıştı. Ona teşekkür ettim ve oradan ayrılmayarak kendisinden haber bekleyeceğimi söyledim.
Kleopatra Otel’de oturup bekledim. Bir saat kadar sonra ondan bir telefon geldi:
“Doktor bey, annenizin durumu gerçekten çok ciddi, hastanede seruma bağlıdır. Dr. Kaya Bekiroğlu’nu gördüm, annenizin size gönderilmesi için düzenlemeleri yapacak ki siz ona bakasınız. Siz bana Dr. Kaya için iki tane oksijen tüpü vereceksiniz, ben de derhal size annenizi getireceğim...”
Ve öyle oldu... Gidip iki tüp oksijen satın aldım ve onlar da bana annemi gönderdiler, annem neredeyse komadaydı, bir deri bir kemik kalmıştı, dizinde de 150cc kadar sıvı birikmişti... Annemin tedavisine başladım ve bir hafta içerisinde çok daha iyi duruma geldi... O günlerde 84 yaşındaydı ve bir on sene daha yaşadı... Teşekkürlerimi Dr. Kaya’ya gönderdim – o benim bir dostum, bir meslektaşımdı, İngiltere’de birlikte çalışmıştık ve Alman meslektaşının tersine çok daha hoş bir insan olan o genç hekime de teşekkürlerimi sundum. Gidip teyzem Rodu ve eniştem Yorgos’u da aramasını istedim ve böyle yaptı... Evlerinde kötü bir koku vardı, orada öldürülüp bedenlerinin başka bir yere götürüldüğünden ve başka bir yere gömüldüğünden kuşkulanmıştı...
Bu öykü savaşın korkunçluğunun ortasında dahi insaniyet ve dostluğun her zaman var olduğunu ve var olmaya devam edeceğini hatırlatıyor... Bir insan annesini kurtarmak istedi, öteki insanın da anestezi olmaksızın ameliyat etmek zorunda kaldığı hastaları için oksijene ihtiyacı vardı. Ne sevindiricidir ki birbirlerine yardım etmeyi başardılar...
Onlar hekimdiler, hayatları söndürmek için değil, hayatları kurtarmak için yemin etmişlerdi... Meslektaştılar, doktordular, Kıbrıslı’ydılar ama herşeyin üstünde insandılar...”