GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEYE DAİR KİTAPLAR...
Naziler 1940’ta Paris’e girdiklerinde korkulan gerçekleşir ve şehir bir hafta bile dayanamadan düşer. SS subayları ve gestapolar şehrin dört bir yanına yayılırken, Parisliler de büyük bir endişeyle yaşamlarına devam etmeye çalışırlar.
Özellikle de Yahudiler.
Birinci derecede "düşman" olarak görülen Yahudilerin çok geçmeden evleri ve iş yerleri işaretlenir. İnsanlar işaretleri normalleştirmeye başladıklarında her bir Yahudi’nin sarı Davud yıldızı takması zorunlu hale gelir. Buna alışıldığında ise tutuklamalar, işkenceler ve infazlar devreye girer.
Nazilerin Fransa işgalini anlatan en iyi kitaplardan biri de Joseph Joffo’nun yazdığı 'Bir Kese Bilye' adlı romandır. 10 yaşında bir çocuğun ağzından, yaklaşık dört yıllık bir zamanı anlatan 'Bir Kese Bilye'yi bu kadar kıymetli yapan şeyse sadece kitabın dili ve etkileyici hikâyesi değildir elbette; Joffo bu romanda bizzat kendisini ve ailesini anlatmıştır.
BABADAN OĞULA...
Kalabalık bir aile olan Joffo ailesi, bulundukları bölgede berberlikleriyle nam salmış bir ailedir. Hatta Yahudi oldukları bilindiği halde bazı SS subayları yine de onlara tıraş olmaya gelirler.
Peki bu ayrıcalık onlara kurtarmaya yeter mi?
Dün olmadığı gibi, şimdi de yetmeyecektir ne yazık ki…
Bir Rus Yahudi’si olan baba, 8-10 yaşlarındayken, Çar’ın askeri olmak istemediği için birkaç iyi nasihat, az biraz da parayla evinden ayrılıp yollara düşmek zorunda kalmıştır. Ne iş olsa yapmış, insanın en iyisini ve en kötüsünü görmüş, derken yolu Fransa’ya düşmüş ve bir dirlik düzen kurmuştur.
Ne tuhaftır ki, aradan kırk küsür yıl geçtikten sonra benzer bir konuşmayı kendi çocuklarına yapmak durumunda kalır. Hep birlikte hareket etmelerini riskli bulduğundan, önce büyük evlatlarını gönderir, ardından 10 yaşında olan Joseph ile 12 yaşındaki Maurice’i alır karşısına, böyleyken böyle der ve onları da apar topar gönderir.
Jo ve Maurice, Yahudi olduklarını gizleyip kendilerine yeni bir soyadı ve yeni bir hikâye uydurarak Paris’in dışına, "Özgür Fransa"ya doğru yola çıkarlar. Üstlerinde hiçbir belge yoktur. Gestapo, belgesiz herkesi gözaltına aldığı için Jo ve Maurice bir din adamının yanında hareket ederek son anda kurtulurlar.
Ancak her şey daha yeni başlamaktadır. Özgür Fransa topraklarına kaçak yollardan geçmek çok maliyetlidir. Çocuklar onlara kılavuzluk edecek birini bulup gece vakti yola çıkarlar ve sınırı kolayca geçip bir çiftliğe sığınırlar. Tabii Maurice yine de rahat durmaz; kardeşinden gizlice geri döner ve sınırdan bir sürü insanı geçirerek bir tomar para kazanır.
Nice’e gelene dek irili ufaklı bir sürü badire atlatan çocuklar sonunda abilerini bulurlar. Ancak anne ve babaları gözaltına alınmıştır. Çocuklar elbirliğiyle çalışıp para kazanmaya çalışırlarken, büyük abi de gidip anne ve babayı kurtarmaya çalışır.
Aylar sonra bütün aile bir araya geldiklerinde sonunda rahat yüzü göreceklerini sanırız ama çok geçmeden işler hepten karışır.
İŞGAL KAÇ YIL SÜRDÜ?
Jo ve Maurice’in macerası kitap boyunca sürer. Sürekli tehdit altında olan bu iki çocuk zaman zaman çok zor durumlara düşerler ama bir şekilde yollarını bulurlar. 1944’te Naziler çekilene kadar aradan sadece dört yıl geçer -hiç yoksa öyle olduğunu sanırız- ama gerçekte, onlarca yıl geçmiş gibidir. Jo ve Maurice’in erginlenmesi de işte bu şekilde olur.
Ancak bu erginlenme sakallı adamlarınkine benzer bir şekilde gerçekleşmez. Jo ve Maurice, Paris’ten gitmeleri gerektiğini duyduklarında, okuldan ve ödevlerden kurtuldukları için içten içe sevinirler. Gestapodan kaçtıktan sonra ağaçlara kadar yarış yaparlar, sınırı geçip bir panayıra girerler, çeşitli oyunlar oynayıp film izlerler. Diğer bir deyişle, savaşa ve dünyaya bakışları hâlâ çocukçadır. Yaşanan onca şeye rağmen devam edebilme gücünü de zaten bu histen alırlar.
Gezip gördükleri yerlerdeki her insan, her mekân onların, özellikle de romanın anlatıcısı olan Jo’nun gözünden okura yansıdığı için kitap boyunca tuhaf bir hisse kapılırız. Onların baktığı yerden, yaşanan vahşet daha anlamsız görünür. Zira onlar bir çocuk olarak, sarf edilen sloganlardan, kutsal ideallerden azadedirler. Onlar sadece arkadaşlarıyla toplanıp bilye oynamak istemektedirler.
Evet, çocuklar bütün bu tantanaya anlam veremezler. Paris’te ilk kez Davud yıldızı takarak okula gittiklerinde, pek çok çocuk onları çember içine alarak büyüklerinden ezberledikleri şeyleri söylemeye başlarlar. Jo ise onlara, "Ben dünkü benim," der. Sadece bu basit gerçeği anlatmaya çalışır.
Daha sonra, sert bir öğretmenin dersine girdiklerinde, Jo sözlüye kaldırılmamaya içerler. Çalışkan bir öğrenci değildir, sözlüden korkar ama yine de bu duruma içerler. Ceza alma pahasına defterini yere büyük bir gürültüyle düşürür. Öğretmeni dönüp de bunu yapanın Jo olduğunu görünce hiçbir şey olmamış gibi ders anlatmaya devam eder. Jo da kendisi için okulun o an bittiğini anlar.
İLGİNÇ BİR İDDİA: ESAS YAZAR KİM?
'Bir Kese Bilye', Joseph Joffo’nun ilk kitabıdır. Yayın tarihi 1973’tür. Türkçeye ilk çevrisi 1977’de Müntekim Ökmen tarafından yapılır. Milliyet Yayınları tarafından basılır. Şimdilerde kitabın yayın hakları Mundi Yayınları’na ait. Yeni çevirmenin adı ise Damla Kellecioğlu.
'Bir Kese Bilye', pek çok büyük kitap gibi, defalarca reddedilmenin sonunda, küçük ölçekli bir yayıncı tarafından basılır ve basıldığı yıl Fransa’nın en çok satan romanı haline gelir. Kısa sürede 20 dile çevrilip onlarca ülkede kitap raflarına girer. Bir de bunlar yetmezmiş gibi, birden çok defa tiyatroya, sinemaya uyarlanır.
Jo, 1977’de 'Baby-foot' adında bir de devam kitabı yazar. Bu kitapta Jo, 15 yaşına gelmiştir. İşgalden kurtulan Paris’te ilk gençliğini geçiren, boksör olmayı ve bol para kazanmayı hayal eden bir delikanlı olarak görürüz Jo’yu. Bu kitabın güncel baskısı henüz yoktur. 1981’de, Karacan Yayınları tarafından yapılan bir baskı mevcuttur sadece. 'Düşler Çağı' adı verilen bu kitabın çevirmeni de Müntekim Ökmen’dir.
Ancak ne hikmetse bu kitapta Maurice’i görmeyiz. Bu da bize iki kardeş arasında bir problem olup olmadığını sorgulatır. (Hadi biraz dedikodu yapalım.) Araştırmalarıma göre; Joffo’lar Paris’e döndüklerinde berberliğe devam ederler ve öyle bir üne kavuşurlar ki şehrin farklı yerlerinde on iki salona, yüzden fazla çalışana sahip olurlar. Kardeşler, salonların yöneticisi konumundadırlar. Joseph, 1971’de bir kayak kazası geçirip bir süre yatalak kalır. Bu süreçte de 'Bir Kese Bilye'yi yazmaya başlar.
Ancak Maurice’in itirazları tam olarak burada başlar. Bu itirazların ilki, kitapta Jo’nun kendini ön plana çıkardığına, esasında her şeyi yapanın kendisi olduğuna dairdir. Jo’nun birinci tekilinden yazılan bir kitap için bu yanlış anlaşılma normal görülebilir. Ancak işin suçlayıcı tarafı şudur; Maurice kitabı kendisinin yazdığı söyler. İmza günleri vs. ile uğraşmak istemediğinden kitapta Jo’nun isminin geçtiğini belirtir. Bir başka yerdeyse bu açıklamaya şöyle bir bilgi eklenir. (Kitap, Claude Klotz’a, yaptığı katkılardan ötürü ithaf edilmiştir.) Maurice de, kitabı yazanın aslında Klotz olduğunu, Jo’yla kendisinin de ona başlarından geçeni anlattıklarını ileri sürer. Yani Klotz’un hayalet yazar olduğunu iddia eder.
Maurice’in bütün bu itirazları tam olarak neden kaynaklanır bilinmez ama Jo, bundan sonra yazdığı diğer kitaplarla iyi bir yazar olduğunu, yani 'Bir Kese Bilye'yi de yazabilecek biri olduğunu herkese gösterir. Ancak Maurice yine de rahat durmaz. 1990’da 'Pour Quelques Billes de Plus' adında (Birkaç Bilye Daha İçin) şeklinde bir kitap yazar. Bu kitapta olayları kendi bakışından anlatır.
Jo, kitabın sonsözünde; babasının bir çıkınla çocuk yaşta yollara düştüğünü, kendisinin kaderinin de benzer olduğunu söyler ve umarım benim çocuklarımın başına da aynı şey gelmez diye bir temennide bulunur.
Bildiğimiz kadarıyla Jo’nun çocuklarının başına böyle bir şey gelmedi ama Orta Doğu’daki savaştan kaçan pek çok insan onunla aynı kaderi paylaştı ve paylaşmaya da devam ediyor.
Savaş hâlâ bir yerlerde çocukları erkenden büyütüyor.
(Bir Kese Bilye, Joseph Joffo, Çevirmen: Damla Kellecioğlu, 288 syf., Mundi Kitap, 2023.)
(GAZETE DUVAR – Okan ÇİL – 14.8.2023)
*** GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEYE DAİR DÜNYADA NELER YAŞANIYOR...
“Babaannemin 6-7 Eylül'ü anlattığı gün...”
Katia ARSLAN/BİANET
Sessizlikle geçmişi inkâr etme duraklarından biri de Süryanilerin 6-7 Eylül 1955 İstanbul’unda yaşadıkları ve tanıklıklarıdır. Bu durumu detaylandırmak için aile tarihimi açıklayıp bir anekdot anlatacağım.
Türkiyeli pek çok azınlık grubuna mensup kişilerde geçmişi sessizlik ile inkâr etme ve iktidar tavrını benimseme yaygın bir tutum olarak görülür. Buradaki inkârla bastırma/unutma çabası paradoksal olarak acının üstünün sessizlik ile örtülmesiyle kişilerin kendi benlik ve kimliklerinin yok olmasının ötekiye karşı kaybını hatırlatır.
Türkiye’de sol hareketin Kürt Siyasi Hareketi’yle birlikte dezavantajlı ve azınlık(laştırılmış) grupların kendilerine tanınan dar siyasi alanda siyasetçilerin ve aktivistlerin seslerine yer verilmeye başlanmışsa da azınlık cemaatlerinin bireylerinin sessizliği bakidir. Bu sessizlikle geçmişi inkâr etme duraklarından biri de Süryanilerin 6-7 Eylül 1955 İstanbul’unda yaşadıkları ve tanıklıklarıdır. Bu durumu detaylandırmak için aile tarihimi açıklayıp bir anekdot anlatacağım.
Benim dedelerim Mardin, Midyatlılardı, anneannem Suriyeli Protestan ve babaannem ise Diyarbakır, Suriçili. Anneannemi çok tanıma fırsatım olmadı, kendisi annem gençken vefat etmiş. Dedelerimi de ben ufak yaşta kaybettim. Fakat babaannemle sıkça vakit geçirme zamanım oldu, oluyor.
Güneydoğulu ve Süryani olmanın yanı sıra bir de Sao Paololuyuz yani Brezilyalıyız. Noel vakti feijoda yenir, yaz ayları çarkıfelek bitkisi olan maracuja adında meyve suyu yapılır. Paskalyada balık restoranına gidilir. Sene içerisinde büyük aile davetlerinde ise babaannemin hazırladığı, paça çorbası veya çörten veya haşlamalı içli köfte yanında krema kıvamına getirilen sarımsaklı limonlu patlıcan salatası ve turp yenir, kakuleli çifte kavrulmuş Ortadoğu’ya has olan Süryani kahvesi olarak da tanıtılan kahveden içilir. Tam bir duyu şöleni olur sofralarımız. Çocukken her bir sofrada bir aradalığımızı hisseder, sonra da bu güvende olma ve huzurlu olma duygusunun verdiği bir “içeride” olma hissi gelirdi. Bu içerisi gerek ev gerekse aile/cemaatin kendisiydi.
Zamanla büyüdüm, bu süreç içerisinde kültürlerini yan yana koymakta zorlandığım Sao Paolo-Mardin/Diyarbakır kentleriyle aile büyüklerimin ilişkisini ve hikâyelerini merak etmeye başladım. Brezilya’nın liberal yaşamına kıyasla muhafazakâr olan aile büyüklerimin Brezilya’ya gitme sebebi benim için büyük bir gizem ve merak konusuydu.
“ÖĞRETMEN BİZİ KORUDU...”
Yaşım ilerledikçe Brezilya’ya göç etmelerinin sebebini parça parça öğrenmiş, bir yerlerde öğretmen, bir yerlerde bir tarih duymuş da ne olduğunu tam bağdaştıramamıştım. Her defasında konu 6-7 Eylül 1955 tarihine geliyor, “Bizlere bir şey olmadı, öğretmen bizi korudu” deniyordu.
6-7 Eylül’ü araştırmış, öğrenmiştim de kimdi bu öğretmen? Ne diye gittiler Brezilya’ya ve neden Brezilya? Bunlar çok uzun süre cevapsız kaldı. O günün detayını her sorduğumda ya büyük sessizlik ile ya da geçiştirme olarak alırdım cevabımı. Bir seferinde ülke olarak neden Brezilya’ya göç etmeyi tercih ettiklerini açıklamıştı babaannem. O dönemlerde o kadar kalabalık göçü çok az ülke kabul ediyormuş, kabul eden ülkelerden biri de Brezilya imiş.
Ancak, “Ne yaşadınız da bu kadar uzak bir memlekete gittiniz?” diye ısrarla sorduğumda “Rab Mesih’e şükür biz bir şey yaşamadık, bize kimse dokunmadı” cevabını ya da benzerini alırdım babaannemden. Bu cevap bana tanıklık etmediğim bir olayın karşısında duyduğum korkuyu hatırlatırdı. Ama geçmiş de uzak bir diyardı, burada aramızda değil, deyip evin, sofralarımızın, kahve arası muhabbetlerimizin dışında tuttum ben de. Dışarıya aitti o his. Bense içerde ve güvendeydim.
“6 EYLÜL’Ü 7 EYLÜL’E BAĞLAYAN GECE...”
Yıllar geçti, babaannem 90’ına merdiven dayamak üzere. Artık hafızasında yakın geçmişinde olanları depolayacak yeri yok, ancak uzak geçmişi çok iyi hatırlıyor. Hatırladığında ve anlatmaya başladığında o geçmişi tekrardan yaşıyor. O kadar ki sanki zihni şu anda değil de geçmişte, bu ana döndüğünde ise gözünün feri değişiyor.
Günlerden bir gün babaannemin çok sevdiği ve çok sık da didiştiği kız kardeşi ABD’den ziyarete geldi. Annem, babaannemin kız kardeşi, kuzenim, halam ve babaannem kuzenimin evinde oturmuşuz, kahvelerimizi yudumluyoruz. Babaannemin gözleri ışıldıyordu, keyfi yerindeydi. Ben de keyifli ruh halinden istifade ederek hemen anılarını sormaya başladım. Brezilya’daki yaşantısını, ilk komşusunu ve Portekizce dilini bilmeden tanışıp anlaşmaya çalışmasını komik ve sempatik bir anı olarak anlattı. Derken, konuyu tekrar açtım ve Brezilya’ya göç etme nedenini sordum. Bir ilk yaşandı o an. Babaannem 6-7 Eylül Pogromu’nu detaylarıyla başladı anlatmaya.
Meğerse o dönemler Mardin’de geçim zormuş. Dedelerim ise geçinmek için 1954 senesinde İstanbul’a gelmişler. Kurtuluş’ta bir bina tamamen onlarınmış. Bir tek giriş katındaki bir dairede Türk Müslüman bir öğretmen yaşarmış. 6 Eylül’ü 7 Eylül’e bağlayan gecede yağmalamalar ve saldırılar başlayınca binanın en üst katına kadınlar ve çocuklar, bir alt katta olası bir saldırıya karşı koymak için erkekler beklemiş.
Gruplarca insan Kurtuluş’a akın edince öğretmen binanın önüne çıkmış ve insanlara bina sakinlerinin tamamının Müslüman olduğunu söylemiş ve kelime-i şehadet getirmiş. O öğretmen sayesinde kimse binaya girmemiş. Ancak öğretmen, babaannemlere kapatılmış olan ışıkları açıp balkona çıkıp tezahürat etmelerini tembihlemiş. İşte o anı babaannem “Korkumuzdan bir yandan ağlıyor, bir yandan alkışlıyoruz” diye anlattı. Üstüne, “Peki madem size bir şey olmadı, ne diye gittiniz?” diye sordum. Babaannem hayatında bir ilk olarak bana balkonlardan atılan eşyaların yanı sıra “Cesetleri aşağıya atıyorlardı, kadınlara tecavüz edip boğuyorlardı… Çok Rum ve Ermeni öldü” dedi. Kanım dondu. Ceset olup olmadığını sorduğumda babaannemin “Evet” diye onaylamasıyla halamın “Yok, o buzdolabıdır o ya da kumaştır” diyerek konuyu çevirip kapatması bir oldu.
“ARTIK DIŞIMIZ İÇİMİZDEYDİ, İÇİMİZ DE DIŞIMIZDA...”
Babaannem ile halam göz göze geldiler. Babaannem sanki başka bir gerçeklikteydi de halamın araya girmesiyle zihni şimdiye gelmişti. Bir an gözünün feri yine değişti ve şaşkın bir ifadeyle halamı onayladı ve evet buzdolabı, kumaş, dedi. Ardından bir geçiştirme ile daha konu babaannemin kız kardeşine döndü, ben ise sessizleşip içime ya da içimden geriye kalana. Önümdeki kahveme baktım, ikramlık çikolatalara ve kuzenimin koltuğuna.
Artık Brezilya’da Diyarbakırlı olarak deneyimledikleri komik ve sempatik gelmiyordu. Bu tanıklıktan sonra en uzak ülkelerden birine can korkusundan gidip yaşamaya çalıştıkları düşüncesi vardı aklımda.
Bitişik nizam olan Kurtuluş binalarından aşağı cansız bedenlerin buzdolabı veya kumaş misali nesneler gibi sokaklara atıldığı fikri, yaşamak için çığlık atan kadınların sesi canlandı gözümün önünde. Evlerin içi dışarı çıkmış, kadınların bedenlerine nüfuz edilmiş, canlar bedenden çıkmıştı.
Bu anlatılanlar sessizlikten ve geçiştirmelerden hissettiğim, tanıklık etmediğim deneyimin korkusuydu ve bir azınlık olarak ötekiye karşı kaybımızın acısıydı. Bu düşüncelerle afiyetle yudumladığım kakuleli kahveyi ve ikramlıkları midemde zar zor tuttum. Artık dışımız içimizdeydi, içimiz de dışımızda.
(BİANET.ORG – Katia ARSLAN – 7.9.2023)