Türkçeye çevrilen tüm kitaplarını mutlaka okumaya çalıştığım yazarlardan biridir Amos Oz. “İsrail Keşmekeşi”nin içinde, mümkün olduğu kadarıyla akıl sağlığını ve sağduyusunu korumaya çalışan, bıkmadan, usanmadan, yorulmadan üreten, bu hâliyle insana umut veren, halkının, birçok mensubu tarafından kara çalınan yüzünü biraz olsun ağartan insanların başında gelir.
2002’nin Kasım ayında, “Pusudaki Panter” adlı kitabı yayınlandı Doğan Kitap tarafından. Büyük ölçüde yazarın çocukluk anılarına dayandığını sandığım kısa romanı dünyada en iyi anlayacaklar arasında Kıbrıslı Türklerin ön sıralarda yer aldığını sanıyorum. Yaşandığı zamandan ve mekândan bağımsız olarak, ne kadar da birbirine benziyor savaşın çocuklarının yaşadıkları!
Romanı okurken, ilkokul birinci sınıftaki hâllerim geldi aklıma. 1974’te dört yaşındaydım ben. Dolayısıyla birinci sınıf öğrenciliğim savaştan üç yıl sonraya rastlar. Okula başlar başlamaz, ne işe yaradığını, ne gibi faaliyetler yaptığını şu anda hatırlamadığım bir ordu kurmuştuk arkadaşlarımla. Komutanı bendim. Ordu yalnızca erkeklerden oluşuyordu tabii! Buna karşın bir de kadın ordusu vardı bizim “altımızda” yer alan. O ordunun komutanı olan arkadaşım her gün bana gelip, önümde selam durup, tekmil veriyordu. Bir gün, bana, bir öğrencinin orduya ihanet ettiğini anlattığını hatırlıyorum. Ne gibi bir ihanetti bu, ne yapmış da ihanet etmiş olabilirdi? Hafızamı zorlasam da bir türlü hatırlayamıyorum. Şimdi düşünüyorum da, savaş da, ayrı erkek ve kadın orduları da, erkek komutanın kadın komutandan üstünlüğü de, hiyerarşi de, o ihanet meselesi de aslında ne kadar da ilişkili bugün hâlâ hâkimiyetini sürdüren erkek dünyasının normlarıyla!
Amos Oz’un anlattığı hikâyede de üç kişilik bir gizli örgüt kuruyor çocuklar. Ve bir süre sonra örgütün iki üyesi, üçüncü üye olan Profi’nin hain olduğuna karar verip, onu örgütten dışlıyorlar. Ama bu dışlanmışlık, çocuğu “vatanı kurtarmak için” planlar yapmaktan da, düşmana karşı sürekli müteyakkız durmaktan da alıkoymuyor asla. Romanın bir yerlerinde şunları söylüyor Profi: “Antisemit İngiliz askerleri ya da kana susamış Arap çeteleri gelip beni süpürge dolabındaki saklanma yerimden çıkarıp öldüreceklerdi. Çünkü biz azınlıktık ve haklıydık ve her zaman haklıydık ama hep azınlıktaydık”.[1]
Aynı korkular, aynı düşünceler... Rum çoğunluk karşısında azınlıktaki Kıbrıslı Türkler. Her zaman ve her konuda haklılar ama gelin görün ki azınlıktalar. Sürekli saklanmak ve teyakkuzda durmak zorundalar. Bunun için de gizli-açık örgütler kurmalı, askeri disiplin içinde yaşamalıdırlar...
Bir karabasandan ne farkı var böyle bir çocukluğun? Böyle bir çocukluğu yaşayıp da büyüyen insanların sağlıklı olması, sağlıklı düşünebilmesi ne kadar mümkün? Hâlâ her konuda haklılığımıza boğulmamızın, kendimizi her zaman mağdur, ötekileri her zaman fail görmemizin, kimliğimizi tanımlayabilmek için sürekli düşman arayışı içinde olmamızın, ataerkil toplumsal yapımızın ve saçma sapan hâllerimizin ne kadarı bu çocukluk yıllarıyla ilgili?
Toplum olarak tedaviye ihtiyacımız olduğunu düşünmemin, zaman zaman Kıbrıs’ın kuzeyinin bir açık hava tımarhanesi olduğunu iddia etmemin, aniden bir yerlerden beyaz önlüklü birkaç insanın çıkıp, bize, “durun! Yaşadığınız yer bir devlet değil; siz de onun bakanları, milletvekilleri, parti, sendika, dernek başkanları, yurttaşları falan değilsiniz. Burası bir hastane ve siz de hastasınız” demesini beklediğimi söylememin sebeplerinden biri de bu aslında.
Hülasa, işimiz gerçekten çok zor! Çünkü İsrail’de de, Kıbrıs’ta da bugün, maalesef, hâlâ savaşın çocukları iş başında!!!
[1] Amos Oz, Pusudaki Panter, çev. Elif Ayla, İstanbul, Doğan Kitap, 2012, s. 112.