Kıbrıs’ın tek “kayıp” milletvekili olan ve Poli civarındaki olası gömü yeri için yürütülen kazılarda bugüne dek herhangi bir sonuca ulaşılamayan Cengiz Ratip’in oğlu Birtan Gökeri, babasının “kayıp” edilişinin 57nci yıldönümü olan 14 Şubat 2021’de sosyal medyadan duygularını paylaştı. Birtan Gökeri, şöyle yazdı:
“14 Şubat ''Sevgililer Günü'', aynı zamanda benim babamın da bizlerden koparılmasının, sonsuzluğa uçmasının yıldönümüdür. Eşi Hayriye Cengiz'in, eşinden güzel sözler duyacağı bu özel günde, eşinin katledilme haberini alacağı, üç minik yavrusunun ve karnında altı aylık dördüncü yavrusunun daha doğmadan, bir kez bile bilerek-bilmeyerek ''baba'' sözcüğünü söyleyemeyeceği çocuğunun acı günüdür 14 Şubat. Esasında 14 Şubat, Kıbrıs'ın Barışçı bir ferdinin devre dışı bırakıldığı bir gündür. O, Kıbrıs Türkleri’nin adada iki eşit taraf olarak varlığımızı sürdürebilmemiz ve her iki tarafın da birbirine saygı duyarak, yaşanabilecek bir Kıbrıs için mücadele eden, hem teşkilat yöneticisi, hem milletvekili olarak iki kesimin de haklarını korumak için mücadele etmiştir. Dürüstlüğü neticesinde bölgede hem Türkler, hem de Rumlar arasında çok sevilen bir insan olduğundan dolayı iki toplum arasındaki bölgesel sorunların çözümü ile iki toplum arasında zaman zaman alınan esirlerin kurtarılmasında büyük rol oynamıştır.
Eskiden babamın öldürülmesinden dolayı hep üzülür, ağlardım ancak onun Kıbrıs'taki zor dönemlerde yaptıklarını, insanlık için çabalarını, fakir fukaraya karşı olan yufka yüreğini, yaşayan insanların onun için söyledikleri güzel ve övücü sözleri duyduktan sonra olaya bakışım değişmiş ve ağlamak yerine onunla övünmeyi ve onu takdir etmeyi daha doğru buldum.
Kendisini ve örnek çalışmalarını bu toplumdan yıllarca saklayanları, onun adını yazılmış Kıbrıs Tarihi kitaplarında anmayanları, şehit edildiği dönemde ailesini ziyaret etmeyen eşit statüdeki kişileri, Poli ilkokulunun adı ''Şehit Cengiz Ratip İlkokulu” iken, kuzeye geçtiğimiz zaman aynı şekilde bir ilkokula adını vermeyenleri hiç unutmayacağım ve affetmeyeceğim.
Dünyanın her yerinde halklar savaşlar yaşamış ve her savaşta gerçek vatanseverler canlarından olmuştur. Bu dünyada bu savaşlarda sadece benim babam ve bizler zarar görmedik. Savaşan kesimlerde hep öldürülen ayni tabakalardaki insanlardır. Savaşları dürtenler hiçbir zaman zarara uğramamış, bilakis ihya olmuşlardır.
Ben tüm dünyadaki savaşları ve onu yaratanları nefretle kınarken, savaşlarda canlarını vermiş insanları da rahmetle anıyorum.
Babacığımın ve o gün birlikte olduğu şehit Turgut Sıtkı'ya da tanrıdan rahmet diler, Kıbrıs'ın neresinde toprak altında yatıyorlarsa şehit edilişlerinin 57. yıldönümünde onlara huzur diliyorum.
Babacığımın örnek, ilerici, insancıl kişiliğinden dolayı da ben ölene kadar onunla gurur duyacağım...”
“Sessizce sonsuzluğa uzanan bir şair: Nice Denizoğlu...”
Kıbrıs Sanatçı ve Yazarlar Birliği, geçtiğimiz günlerde vefat eden şair Nice Denizoğlu’nun vefatı ardından bir açıklama yaptı... “Sessizce, sonsuzluğa uzanan bir şair: Nice Denizoğlu (1960-3032) başlıklı bu açıklama şöyle:
“Nice Denizoğlu’nu kaybettik. Sessizce uzandı sonsuzluğuna. Yalın şiiri miras kaldı bize. Nice Denizoğlu, 1960 yılında Lefkoşa’da doğdu. Kıbrıs Hemşirelik Okulu’nda eğitim gördü. 1985 yılında yayımlanan Zeytin Dalı isimli ilk ve son kitabıyla Kıbrıs Türk Şiiri’ne güçlü bir giriş yaptı. Aynı yıl içinde Kıbrıs Türk Bankası Kültür-Sanat Vakfı Ödülü’nü “Tutarsız bir ödül bu,” diyerek reddetti. Şiirinin temeline insanı ve Kıbrıs’ı aldı. Retorik açıdan yalın, tematik açıdan toplumcu-gerçekçi bir şiir yarattı. Şiirinin altyapısındaki düşünceyi 1986 yılında Söz Dergisi’yle yaptığı röportajda açıkladı. “Barıştan yanayım. Savaşsız sömürüsüz bir dünya istiyorum. Olaylara da bu gözle bakıyorum. İnsanlığın kurtuluşu yolunda ufacık bir katkım olursa sevinirim. Amacım bu,” dedi. Yaşamı boyunca kitabından başka herhangi bir mecrada şiir yayımlamadı. Bu konuya dair “Önceleri vermeyi düşünmezdim. Olanağım olmazdı. Şimdi ise vermek istemiyorum. Çünkü her yazdığım şiiri yetersiz görüyorum. ‘Gazeteye verilecek şiir değil bu’ diyorum. Yani bir art niyetim yok. Daha iyi yapayım derken günler ve gazeteler gelip geçiyor,” dedi. Ve kendi dünyasından hepimizin dünyasına dokunarak sessizce sonsuzluğuna uzandı. Yıldızlar onun, şiiri bizim ve gelecek nesillerimizin ışığı olsun.
SANA
çok çocuklar doğurabilirdim
savaşa durmasaydı dünya
yanmasa evlerimiz
ışınlardan kara göle
dönmese dişiliğim
çok çocuklar doğurabilirdim
gücüm öteden öte!
yazık ki
savaşlara gücüm sıfır
savaşlara dünya gebe.
EKİM’E
kazılan tarlalar
ekime değil
siper sürüleridir
bu yıl ekilmeyecek
ekilmeyecek güzelim
tarlalarımız
bari çocuklarımız öğrenmese
savaş oyunlarını.
KOKLASAN
fesleğen olsam
şu pencerede duran saksıda
gelsen her gün koklasan
şimdi korkuyorsun ya
o zaman hiç korkmasan.
“Kıbrıs, hep çapraz ateşler nişangahıydı…”
Hüseyin A. ŞİMŞEK
Kıbrıs da yazgısı coğrafyası tarafından belirlenen karaparçalarından biri oldu hep. Farklı bir ifadeyle, tarih boyunca tam bir “çapraz ateşler nihangâhı”ydı. Tarihi, önemli oranda haritadaki yeri tarafından tayin edilen bu adanın, çaprazlama çıkar hesapları salvoları altında kalmanın dışında bir seçeneği olamadı adeta.
Arkeologların yeryüzündeki sayılı Antik adalardan biri olarak gördüğü Kıbrıs’ın, Neolotik Çağ’dan beridir yerleşime açık olduğu ifade edilir. Adanın ilk yerleşim merkezi, Limasol ve Pafos arasındaki Kourion’un Sotiro köyüdür. En eski kent ise Larnaka. Ki Larnaka, dünyanın da en eski kentlerinden biridir.
İki kadim kültür öğesinden, özellikle söz etmeli adanın: Antik dönemlerden kaldığı varsayılan, neden yapıldığı açığa çıkarılamamış olan “Su Festivali” ve MÖ 12. Yüzyıl’dan beri kesin kanıtlı olmak üzere, çok daha eski zamanlardan beridir şiir süregelen şiir geleneği. Statinos’un epik eserlerinden kalan parçalar, şiir geleneğinin somut kanıtları konumundadır.
Kıbrıs adasını çekici kılan, öyle sadece coğrafi konumu falan değildi. Antik çağdan beridir cümle işgalcilerin, korsanların gözüne sular içinde parlayıp duran bir hazine olarak görünmesinin başka önemli nedenleri de vardı. Altın ve bakır rezervleri, şarap ve şeker, deniz ve güneş, kırmızıya çalan rengiyle pırıl pırıl dip balığı barbunyanın lezzeti... Vakti zamanında Frenk krallarının “avcılık hünerleri”nin sembolü haline getirilmiş Eleonora şahinleri, dünyanın başka hiçbir yerinde görülemeyecek büyüklükteki kertenkeleleri, Leonardo da Vinci’ye esin kaynağı olmuş Kato Lefkara işleme atölyeleri; üç bin beş yüz yıllık defne, beş yüzyıllık çınar ağaçlarının diyarı.
Adayla ilintisi olan kimi “ünlüler”i de sıralayalım: Zenon, Solon, Ümmü Haram, Aslan Yürekli Richard, İsak Dukas, Küçük Ahmet Paşa, Yorgos Seferis... Stoacılık’ın kurucusu Zenon, Larnaka doğumludur. “Yedi Bilge”den biri sayılan Atinalı yasa yapıcı Solon’un ise mezarı adadadır. Tanrının tasvir edildiği sayılı ikonlardan biri, “Günlerin Yaşlı Adamı” adıyla Kıbrıs’tadır. Peygamber Muhammed’in halası Ümmü Harâm, 649’da adada ölmüş ve Hala Sultan Tekkesi’nde defnedilmiştir. Bu tekke, “İslam dünyasının kült yerleri” listesinde dördüncü sıraya konur. 1191’de, Limasol’daki Aya Yorgos Kilisesi’nde evlenen Aslan Yürekli Richard, bir “iyilik” yapacaktı adaya; sonra da o “iyilik”i unutturacak çok daha büyük bir kötülük! Adalı sayılma bahsinde, Nobel ödüllü ozan Yorgos Seferis’i unutmak olmaz elbette.
Sadece doğulular değil, batılıların önemlice bir kesimince de -Ortadoğu’ya Yunanistan’dan daha yakın bir mesafede oluşu dolayısıyla- “Ortadoğu’nun bir parçası” gözüyle bakılagelen adaya; doğu, batı, kuzey, güney ve bilimum ara yönlerden gelen fetihlerin, işgallerin, ilhakların sonu gelmek nedir bilmedi. Akalar, Asurlar, Mısırlılar, Romalılar, Bizanslılar, Osmanlılar, İngilizler; krallar, valiler, şövalyeler, paşalar...
Aynı zamanda, bir “sürgün adası” olarak işlev gördü Kıbrıs. Türlü türlü bölgelerden gâh topluluk halinde, gâh birey olarak oraya gönderilen sürgünler, farklı farklı akibetler yaşadılar. Namık Kemal, Kutup Osman Efendi, 28 Mehmet Çelebi, Katırcı Yanni... Toplu sürgünlerin önemlice bir kısmı yerleşip kaldı adada; verili dönemin “yerli” ahalisine karışıp kaynaştılar ve Kıbrıslıların yeni kuşakları olarak yıllanmaya başladılar. Birçok inancın, etnik kökenin, anadilin bir arada yaşanır ve konuşulur olduğu bir adaydı burası.
Venediklilerden kalma yapılarla özgünlüğünü bir oranda koruyan, ünlü Beşparmak dağlarını arkasına almış Lefkoşa, Avrupa’nın ikiye bölünmüş son kenti “ünvanı”nı taşır hâlâ. Kentle aynı adı taşıyan müzedeki yontular, Kıbrıs’ın aynı zamanda bir “aşk adası” olduğuna yorulur sık sık. Theodor Kallifatides*, “Orada şimdiye kadar hiç görmediğim en erotik yontuları gördüm. Neredeyse dizlerimin bağı çözüldü, az daha olduğum yere çökecektim”, diye yazar. Bir zamanlar adaya başkentlik yapmış mozaikler kenti Pafos, Aphrodite atfedilen tapınaklar, kült yerleri barındırır hâlâ.
Limasol ise, adanın “en neşeli kenti” olarak tanımlanagelir. Theodor Kallifatides, Limasol’un bu haliyle ilgili en sahici anlatımları kaleme alanlardan biridir. Onun tanıklıklarına göre, adanın sert şarabından yeterince kandıktan sonra, sokaklarında yürürken kendilerini azgın dalgaların üzerinde farz eden Limasollulara sorulursa, kentleri bir “küçük Paris”tir.
Bugüne neler kaldı peki? Altın ve bakır ocakları, şeker yok artık. Şarap üretilir hâlâ, ama güncel kapışmanın sebebi bu değil. Endemik canlı popülasyonuna, anıtlara, dönüp bakan çok az. Aylardır çokça yazılıyor kapışmanın güncel gidişatı, Kıbrıs yeni çıkar hesaplarının menzilinde nicedir.
MÖ 800’lü yıllarda Apollon’a tapan yerli ahalisinin en güzel tanrıları ve tanrıçaları sahiplenerek, “Aphrodite’in küçük cenneti” şeklinde tanımladıkları bu ada, benzer coğrafyaların yaşadığı “kader”i yaşadı, yaşıyor. Her hakim olan, adanın adını bile kendine göre değiştirip durdu. Her muktedir, muhtelif köken ve inançlardan ahalinin bir kesimini hedef seçti kendine. Adanın kentleri defalarca yağmalandı, yakıldı. Depremler, insan eliyle yaşatılan yıkımlara tuz-biber ekti.
* Theodor Kallifatides, Kıbrıs: Kutsal Adaya Bir Gezi, Berfin Yayınları – İstanbul
(ARTI GERÇEK – Hüseyin A. ŞİMŞEK – 30 Ekim 2020)
“Kumdan Kale Kızları...”
Chris Bohçaliyan’yın ARAS Yayıncılık tarafından yayımlanan kitabı “Kumdan Kale Kızları” için tanıtım yazısında şöyle deniliyor:
“Türkçede ilk kez yayımlanan Amerikalı çok satan yazar Chris Bohjalian'ın Kumdan Kale Kızları romanı, bizleri Bedrosyan ailesinin Anadolu'dan Halep'e, oradan da Amerika'ya uzanan sürükleyici hikâyesine davet ediyor. Genç yazar Laura Bedrosyan, New York'un bir banliyösünde ve Miami'de geçen çocukluğunu, evdeki Şark halılarını, etrafta kullanılmadan yatan nargile marpuçlarını ve çözemediği bir dilde yazılmış kitapları anımsarken, dedesi Armen'in ölümünün ardından anlatılmaya başlayan hikâyelerle kendini, uzun süredir hakkında yazmayı deneyip başarısız olduğu bir olaya dönerken bulur. Aile içindeki sessizlikler, sırlar ve beklemediği zamanlarda üzerlerine çöken o açıklanamayan hüzün, “her Ermeni hikâyesi gibi” Laura'yı da 1915'e, Halep'e götürür. Dik başlı genç misyoner Elizabeth'in, tehcir sırasında eşi ve kızından ayrı düşmüş Armen'in, sessiz ve küçük yetim Hatun'un, onu korumaya kararlı Nıvart'ın ve soykırımın gerçeklerini büyük bir cesaretle fotoğraflamaya kararlı Alman mühendisler Helmut ve Eric'in Halep'te kesişen hayatlarına çekilirken, yıkımın, yeniden inşanın, cesaretin, iyiliğin ve adalet arayışının en kıymetli örnekleriyle karşılaşır. Laura, soykırımın mirasıyla, dede ve ninesinin hikâyesinin kendi Amerikalı Ermeni kimliği üzerindeki izleriyle hem bir insan hem de bir yazar olarak hesaplaşır. Chris Bohjalian, farklı kuşakların anlatılarını birbirine örerek tarihsel travmaların hiçbir zaman kaybolmadığını, geçmişimizin bugünümüzde yaşamaya devam ettiğini gözler önüne seriyor.”
PAZARTESİ DEVAM EDECEK