Savaşta bir insaniyet ve dostluk öyküsü...

Sevgül Uludağ

Aslen Ayyorgi/Mağusalı olan ve Spathariko köyünden Kıbrıs’ın güneyine, Mennoya’ya göç eden Mihalis Mihalidis, 1974’te savaş esnasında Kıbrıslıtürk arkadaşı Hüseyin tarafından nasıl kurtarıldığını anlatıyor...

 

 

Aslen Ayyorgi (Aygün)- Mağusalı olan ve Spathariko (Ötüken) köyüne evlendikten sonra 1974 sonrasında Kıbrıs’ın güneyindeki Mennoya’ya göç eden Mihalis Mihalidis, 1974’te savaş esnasında Kıbrıslıtürk arkadaşı Hüseyin tarafından nasıl kurtarıldığını anlattı, savaştan bir insaniyet ve dostluk öyküsünü gözler önüne serdi...

RİK’ten Hüseyin Halil ile Hristalla Avgusti’nin “Aynı Gökyüzü Altında” programına 2011 yılında konuşan Mihalis Mihalidis’in öyküsünü bir insaniyet öyküsü olarak bugün sayfalarımızda yayınlamak ve herkesin bu öyküyü bilmesini istiyoruz...

Mihalis Mihalidis, RİK’ten gazeteci arkadaşımız Hüseyin Halil’e şöyle anlatıyor:

“Mağusa’nın Ayyorgi (şimdiki adı Aygün) köyünde doğdum.

Karaolos askeri kampının (şimdiki Gülseren kampı) yanındaki köy

Orada büyüdüm. İlkokulu orada okudum.

Babamın kamyonu vardı. Mağusa yöresini gezer, karpuz falan satardı.

Mağusa’ya giderken, beraberinde beni de götürürdü.

9-10 yaşındaydım.

O dönemleri tabii ki hatırlıyorum.

Babamın Kıbrıslıtürkler’le çok iyi dostluk ilişkileri vardı.

Mesela çok çok samimi oldukları bir aile vardı.

Mağusa’ya ne zaman gidecek olsa babam mutlaka onlara gider, birlikte zuklarını içerlerdi. Adını da hatırlıyorum, Mustafa.

Karısının adını hatırlamıyorum.

Babam Kıbrıslırum köylerinin yanısıra Kıbrıslıtürk köylerini de gezerdi.

Sinde’ye filan giderdi...

Ben korkardım.

Babam “Korkma oğlum, onlar da bizim gibi insan” derdi.

En iyi dostu, Mağusa’daki arkadaşıydı.

Babam ona Mustafa Bey derdi.

Eğer yanılmıyorsam, Mağusa limanında çalışıyordu.

Sonra babam denizci oldu.

Ben Salamis Bay Oteli’nde çalışıyordum.

Oradan Mağusa’ya, bu ailenin ziyaretine giderdim...

Çünkü çok iyilerdi, güvenilir insanlardı...

İki tane çocukları vardı.

Hüseyin’le Ayşe.

Hüseyin’le hemen hemen aynı yaştaydık.

O bize gelirdi, ben onlara giderdim.

Bu dostluk devam ediyordu.

Ben 16 yaşına geldiğimde, Spathariko (Ötüken) köyünden bir kızla nişanlandım ve oraya yerleştim. İş-güç derken onlarla koptuk. 1971’de Spathariko’da evlendim. Sonra askere gittim, 18 yaşındaydım. Düğünüme babamın arkadaşları da geldi, babam da oradaydı. Sözünü ettiğim aile de geldi. Çok sevindim tabii... Çünkü bu, dostluğumuzun devam ettiği anlamına geliyordu.

18 yaşında askere gittim. Mağusa KEN merkezinde askere kaydoldum. Oradan Larnaka KEN’e gönderdiler. Yunanistan’da cunta dönemiydi. Orada bizden yazılı olarak anne-babamızın kimler olduğunu vermemizi istediler. Babamın PEO sendikası üyesi olduğunu yazdım tabii...

Öyle olunca beni direk olarak Girne Piyade Taburu’na gönderdiler, Diyorios’a (Yorgoz – Tepebaşı).  Herşey yolunda gidiyordu, diğer askerlerle sorun yoktu. İzinlerimizi normal alıyorduk falan.

Darbeden iki hafta önce küçük bir ameliyat geçirmiştim.

Spathariko’da evde izinliydim. 20 Temmuz’da iznim bitiyordu. O gün savaş çıktı. Mağusa’ya gidip teslim oldum. İkibuçuk mile. Bizi kamyonlara yüklediler. Ben silahsızdım. Silahım yoktu. Ve Mağusa surlarının dış tarafına götürdüler. Uçaklar bombalıyordu. Ama bizim olduğumuz yer daha sakindi. Bize de topla ateş ediyorlardı. Biz de ateş ediyorduk. Bir ara çavuşum... ismini hatırlamıyorum... Tanımıyordum çünkü. Çavuş bana yeni Lefkoşa yoluna doğru ilerlememizi söyledi. Yeni yola. Yani o zaman yeni yapılmıştı. Giderken 13 kişi olduk. Ben sivil giyinmiştim. Çünkü eve üstümü değişmeye gittiğimde karım asker kıyafetimin ıslak olduğunu söyledi, ben de sivil gittim. Bu da benim hayatımı kurtardı.

Türklerin gelip gelmediğini gözlemek için yeni yola gittik. Mağusa’ya doğru tanklar geliyordu. Tankın tepesinde de Yunan bayrağı. Sevinçten deliye döndük. O koşullarda tankın üstünde Yunan bayrağı ne demek biliyor musun sen? Ama sonradan kuşku duyduk. Çünkü ne bir subaydan, ne radyodan Yunan askerinin geldiğine dair bir şey duymamıştık. Nereye çıktılar? Ne zaman? Ama o anda bunları düşünememiştik. Tanklar yaklaşınca arkalarından Türk askerlerinin geldiğini gördük. Bizi tutukladılar. Bayağı bir dayak yedik. Ölene kadar o dayağı unutmayacağım. Dipçikle vuruyorlardı. Ayaklarımda hala izleri duruyor. Bizi oradan alıp Mağusa’ya götürdüler. Daha doğrusu Mağusa’nın dışına. Asker de, idare de Mağusa’yı (Maraş’ı) terketmişti. Kent savunmasızdı. Herkes gitmişti. Ben bunu nereden anladım? Çünkü Türk askerleri Mağusa surlarının dışında ellerini kollarını sallaya sallaya dolaşıyordu. Sonra bağırmaya başladılar. Orada epeyce bir esir toplanmıştı. Genci, yaşlısı, askeri, sivili... Sonra onların etrafını büyük bir çember içine aldılar ve ayırmaya başladılar. Yaşlılar bir yana. Askerler bir yana filan. Benim yanımdakileri alıp Percana’nın Bahçaları’na götürdüler. Oradan silah sesleri geldi. Öldürüldüklerini gözlerimle görmedim ama silah seslerini duydum. Ardından buldozer sesleri duyduk. Ben sivil olduğum için beni başka tarafa aldılar. Bu yüzden kurtuldum. Bizi arabalara yüklediler. Lefkoşa’ya büyük bir garaja götürdüler. Pavlidis Garajı’ymış... Orada başkaları da vardı. Kaderimizi beklemeye koyulduk. Başımıza ne geleceğini bilmeden. Orada ne kadar kaldığımı hatırlamıyorum. Bize yemek niyetine birşeyler getiriyorlardı.

Aradan çok uzun bir zaman geçtikten sonra bir gün kapıya kamyonlar dayandı. Bizi kamyonlara yüklemeye başladılar. Etrafta Türkiye’ye götürüleceğimize dair laflar söyleniyordu. Kamyonlara bindirilmek üzere götürülürken yine bayağı bir dayak yiyorduk. Defalarca taciz edildik.

Ben en son sıradaydım. En son biz bindiriliyorduk ki, ansızın bir Türk subayı – benim yaşımdaydı – bir başka subaya Türkçe olarak bir şey söyledi. Ben az bir şey Türkçe anlıyordum. Diğer subayın kendisine söylediği o şey üzerine bu subay beni yakamdan yakalayıp, olduğum sıradan çıkardı. Dönüp baktım, tanımadım. Benim anne babasını öldürdüğümü, bu yüzden de beni kendi elleriyle öldürmek istediğini söylemişti. Sonra iki asker beni kollarımdan kavrayıp Milli Muhafız Gücü’ne ait bir landrovere bindirdi. Bize ait bir araçtı ama Türkler ele geçirmişti. Ellerim bağlıydı. Arabaya gittik. Beni patates çuvalı gibi içeri attılar. Araç hareket etti. Askerler de araca binecekti ki, subay kendilerine ihtiyacı olmadığını söyledi. Yola çıktık. Nereye gittiğimizi merak ediyordum. Bana tek kelime etmedi. O aracı sürüyordu, ben de arkada oturuyordum. Nereye gideceğimizi düşünüyordum. Ailemi düşünüyordum. Aklımdan binbir şey geçiyordu. Lefkoşa’yı geçtik. Neredeyse Mağusa’ya geliyorduk ki, aracı durdurdu. “Allahım! Sonum geldi” diye düşündüm.

Arka kapıyı açtı, beni kapıp dışarı çıkardı.

“Beni öldürme, ailem var” dedim.

Dönüp bana “Seni öldüreceğimi kim söyledi Mihali mu” dedi.

Dönüp baktım. Kafasındaki kepi çıkardığında anladım ki arkadaşım Hüseyin!

Beni kurtaran kişi çocukken beraber oyun oynadığım arkadaşımdı.”

 


 

BİR KİTAP

 

“Salkım Söğütlerin Gölgesinde...”

 

Yazar Kemal Yalçın, kendi web sayfasında bu kitabı tanıtırken şöyle yazıyor:

“Salkım Söğütlerin Gölgesinde, yüzyıllardan beri bir arada yaşamış, Gürcü, Ermeni, Yahudi, Türk, Rus, Azeri insanların arasındaki ilişkiler, dostluklar, aşklar, savaşın ortak acıları, umutlar, umutsuzluklar çok boyutlu, çok yönlü olarak anlatılıyor. Ama roman sadece bunlarla sınırlı değil. Bu romanda Rusya’daki 1917 devriminden günümüze kadarki dönemin siyasi gelişmeleri, insanların hayatlarını verdikleri idealleriyle hesaplaşmaları, dünle bugünü karşılaştırmaları da anlatılıyor. Salkım Söğütlerin Gölgesinde sadece tarihi bir roman değil, tarihin acı ve az bilinen bir dönemini bize yaşatan bir roman.

Fırat Sunel’in ilk romanı Salkım Söğütlerin Gölgesinde adıyla, İstanbul’da, Profil Yayınları tarafından, 2011 Ocak ayında yayınlandı ve çok kısa bir zaman içinde beş baskı yaptı. Fırat Sunel, bu ilk romanında bir diplomat, bir başkonsolos olarak değil, deneyimli bir yazar, usta bir kalem olarak karşımıza çıkıyor. Romanın kurgusu, üslubu, estetik güzelliği, tanımlamalar, tasvirler, tarihi gerçeklerin öyküleştirilmesi, anlatılan olayların inandırıcılığı yazarın ustalığını ve konuya hakimiyetini gösteriyor.

Salkım Söğütlerin Gölgesinde adlı bu kitapta, 2. Dünya Savaşı döneminde, 1944 Kasım ayında, savaşın bitimine az bir zaman kala, Gürcistan’ın Ahıska Bölgesi’nde yaşayan yüz bin kadar Ahıska Türkünün, bir gecede zorla toplanıp, karda kışta hayvan vagonlarıyla Özbekistan’ın Fergana Vadisi bölgesine tehcir edilmesi, 40 gün süren bu ölüm yolculuğu sırasında otuz bin insanın hayatını kaybetmesi; tehciri hazırlayan olaylar, tehcir sonrasındaki gelişmeler, Ahıska Bölgesi’nde yaşayan çeşitli milliyetlerden insanların aralarındaki ilişkiler, Stalin döneminin korku rejiminin işleyişi, rejimin yıkılışı ve 65 yıl sonra Ahıska’nın durumu romanlaştırılmış.

 

Roman’ın geçtiği mekanlar

Bu roman Kafkaslarda, Türkiye’nin komşusu Gürcistan’ın Ahıska Bölgesi’nde geçiyor. Yazar “Horozlar ötmeden” ve “Ahıska” adlı birinci ve ikinci bölümlerde olayların geçtiği mekanları, buralarda yaşayan insanları, halkları, dinleri önbilgi olarak okuyuculara veriyor. Okuyucuyu anlatacağı maceralara, olaylara hazırlıyor.

“Ahıska, Posof Çayı’nın Kür Çayı’na karışmadan hemen ikiye böldüğü toparlak, çorak tepelerle çevrili” bir şehirdir. Ahıska’nın ortasında Posof Çayı akar. Şehrin iki tarafını büyük bir köprü birbirine bağlar. Posof Çayı’nın sağındaki çıplak, sapsarı tepelerin üzerinde Müslüman, Hıristiyan, Yahudi mezarları yanyana yatar. Bu mezarlar Ahıska’ya tepeden bakarlar. Posof Çayı’nın solunda ise kayalık bir tepe vardır. Bu tepenin üzerinde yüzlerce yıllık surlarıyla Ahıska Kalesi bulunur. Ahıska Kalesi’nin içinde de cemaatsiz kalmış, minaresiz Ahmediye Camii ve Medresesi tarihe tanıklık ederler. Ahıska Kalesi’nin yukarısında ise girenin sağ çıkmadığı meşhur Ahıska Hapishanesi vardır.

Ahıska’da “kimi tek, kimi iki katlı kesme taşlardan yapılan evler, düzgün Arnavut kaldırımı sokakların iki yanına inci gibi dizilmişti. Evlerin giriş kapılarının üzerindeki üçgen sundurmaları, Ermeni demir ustalarının hünerlerini sergileyen çiçek, geyik ve kuş motifleriyle bezenmişti.  Tenekeden yağmur olukları bile özenle süslenmişti. Bu şehirde bir arada yaşayan kimi az, kimi çok Türk, Ermeni, Gürcü, Kürt, Azeri, Hemşinli, Acaralı, Terekeme, Urum ve Yahudiler kendi aralarında Osmanlı’nın mirası Anadolu Türkçesi’yle anlaşırlardı.” (s.19)

Roman, Ahıska Bölgesi’de birbirine yakın komşu iki köyde yoğunlaşır. Bu köylerden biri çoğunluğu Türk olan 65-70 hanelik  Orsep Köyü’dür. Orsep Köyü, civardaki köylere göre daha yüksek bir tepenin üzerine kurulmuştur, Köyün önünde geniş çayırlar bulunur. Köy sırtını zirvesine kadar koyu yeşil renkli ladin, köknar ve çam ağaçlarıyla kaplı yüksek bir dağa yaslamıştır.

Diğeri ise, Gürcü ve Türk ailelerin karışık yaşadığı Hevot Köyü’dür. Hevot Köyü’nün hemen altından, kenarında salkım söğütler bulunan Uravel Deresi akar. Kitaba adını veren salkım söğütler işte bu salkım söğütlerdir.

Roman gelişimi içinde Anadolu’ya, 1924 Türkiye-Yunanistan arasında Lozan’da imzalanmış Sözleşme ve Protokol’a göre yapılmış Türk ve Rum Nüfusun Mübadelesi ile yalnızlaşmış olan İzmir’in Urla ilçesine, Petrograt’a, Erivan’a ve sonunda Özbekistan’ın Fergana Vadisi’ne kadar uzanır.

 

Roman’ın kişileri

Roman kahramanı, Ahmet Ağa’dır. Ahmet Ağa’nın karısı Selvi Hanım sessiz durur, ama olayların gözyaşı, duygulu dünyasıdır. Ahmet Ağa’nın oğlu Mehmet, Nazi Barbarlarına karşı anavatanını savunmak için cephede bulunmaktadır. Ahmet Ağa’nın ikinci oğlu Cemil, Nino’ya aşkını söyleyemeden 17 yaşında askere alınmıştır. Zehra ise Ahmet Ağa’nın tek kızıdır. Kocası savaşın içindedir. Ahmet Ağa’nın elde kalan tek oğlu 10 yaşlarındaki Ömer’dir. Ömer ile Gürcü Nika kan kardeşi olmuşlardır.

Ömer ile Nika’nın kardeşliği Roman’ın kırmızı hatlarından biridir. Ahmet Ağa’nın Rusça “Köpekçik” anlamına gelen Sabaçka adlı köpeği de Romanda önemli bir kişilik olarak yer almaktadır.

Roman’ın kahramanlarında birisi de, Orsep Köyü’nün öğretmeni, Ermeni Vitali Aramyan’dır. Muallim Vitali Efendi, çok iyi Türkçe bilir. Babası Ermeni, annesi Rustur. Amcaları bir zamanlar Güney Amerika’ya gitmişler, bir daha geri gelmemişlerdir. Vitali Aramyan, Petrograt şehrinde 1917 Devrim günlerinde yer almış, “Yoldaş Aramyan”dır.  İnanmış, zeki, yetenekli, hitabet gücü yüksek bir komünisttir. İç savaş yıllarında Beyaz Ordu’ya karşı Kızıl Ordu saflarında propagandacı olarak önemli görevler yerine getirmiştir. Bu nedenle kendisine Sovyetlerin en büyük nişanı olan Lenin Nişanı verilmiştir.

Vitali Efendi ile Ahmet Ağa arasında içten, derinden gelen bir dostluk ve vefa vardır. Bu dostluk ve karşılıklı vefa romanın başından sonuna kadar akıp gidiyor. Vitali Aramyan ile Ahmet Ağa arasındaki vefa ve dostluk Türk Ermeni dostluğuna da bir örnek teşkil etmektedir. Bu kitapta Hıristiyanlar, Ermeniler, Gürcüler aleyhinde tek bir sözcük yoktur. Tam tersine acıları paylaşmada, sevinci artırmada birbirlerine sarılırlar. Acıları da, sevinçleri de ortaktır.

Salkım Söğütlerin Gölgesinde, adlı bu romanda Ahıska’nın sosyal dokusunu meydana getiren her milliyetten insanlar kendi tipleri, alışkanlıkları, düşleri, aşkları, sevdaları, vefaları, kederleri, gözyaşlarıyla yer almaktadır:

Bunlardan başlıcaları şunlardır: Yahudi Moşe Efendi, Singerci Ermeni Terzi, kederli Ermeni pazarcı kadın, Salkalı Rum Eleni ve Urlalı aşkı Yorgo, Kakhetyalı Giorgi, Gürcü Nika, Nika’nın babası Şota ve dünyalar güzeli kimsesiz Nino.

Bu insanlar birbirleri aleyhine tek söz etmezler. Cepheden evlat acısı haberi geldiğinde birlikte üzülürler, birlikte gözyaşı dökerler. Bu kitapta, karşılıklı hoşgörü, karşılıklı saygı ve sevgi esas alınmıştır. Kine, nefrete, ırkçılığa yer yoktur.

 

Fırat Sunel kimdir?

Fırat Sunel, 21 Şubat 1966 yılında Ödemiş’te doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini İzmir’de tamamladı. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Daha sonra Almanya’da Ruhr Üniversitesi’nde master yaptı. Öğrencilik yıllarında bir dönem serbest gazetecilik yaptı.

Meslek hayatına Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı’nda başladı. Diplomat oldu. Bangkok, Bonn, Essen ve Tiflis’te çeşitli mevkilerde görevler yaptı.

Salkım Söğütlerin Gölgesinde adlı ilk romanını, dört yıl Müşteşar olarak çalıştığı Tiflis’te ve akabinde Kafkasya Daire Başkanlığı döneminde yazdı.

Evli, Deniz ve Ege isimli iki çocuk babası olan Fırat Sunel, Almanya’da Türkiye Cumhuriyeti Düsseldorf Başkonsolosu olarak da çalıştı.

https://www.kemalyalcin.com/edebiyat/salkim-sogutlerin-golgesinde-ahiska-turklerinin-2-dunya-savasi-sirasindaki-tehcirinin-romani/