“Savaşta çocuk olmak...” (2)

Sevgül Uludağ

Dr. Derviş Özer

“BABAM BENİ ÖPÜP UYANDIRMIŞTI...”

Beş gün böyle geçti. Ve bir sabah babamın beni öpüşüyle uyandım. Ne olduğunu anlamadım. Babam ki beni öptüğünü hiç hatırlamam. O sabah beni öpüp uyandırmıştı. Ve ayrıca gitmeden abimi yanına alıp konuşmuştu. Sadece iki cümle söylemişti. “Savaş filmlerdeki gibi değildir. Kendini koru...” Ve onu da öpmüştü ama onu sarılarak öpmüştü.

Ve gitti. Arkasından abim gitti. Ben ne olduğunu anlamadan yüzümü bile yıkamadan evden çıktım ve arkalarından koştum ve her zamanki gibi eve dönmem için uyarıldım ve taşlandım. Eve dönüldü kapının önünde hareketlilik vardı. Havan takımı orada oturuyordu. Komşu çocuklar geldi ama ne yapacağımız bilmiyorduk. Oyun mu oynayalım, olanları mı seyredelim derken havada eşek arısına benzeyen iki üç tane uçak göründü ve dağların üzerinden uçup kayboldular. Biraz sonra uzaklardan top sesleri gelmeye başladı uçakların gelip gidişleri sıklaştı ve onların artık dalış yaptıklarını da görüyorduk ve attıkları bombaları da. Ve biraz sonra beşli altılı gruplar halinde alçaktan uçan nakliye uçakları geçti üzerimizden. Arkasından bir daha geçti. Komutan meydanda yoktu. Ali Dayı üzerindeki otları yenilemiş tam bir drifil demeti halinde uygun adım yürüyordu. Ve başka bir mücahit elinde mikrofonla düşmana doğru sövüyordu, hem Türkçe hem de Rumca. Teslim olmalarını istiyordu. Teslim olmazlarsa Türk askeri geldiği için analarını yapacağından bahsediyordu. Çok güzel sövüyordu hani bizim sövme kültürümüz iyiydi ama bu kadar iyi değildi. Ağzımız açık bu sövmenin hem Türkçesini hem de Rumcasını ezberlemeye çalışıyorduk.

“SEVİNÇTEN BAĞIRIYORLARDI...”

 Bu sövmelerin ardından köyün ileri gelenleri yanımıza geldiler, sevinçten birbirlerine sarılıp bağırıyorlardı. Rum köyü teslim bayrağı çekmişti. Onların sevincine biz de katılmıştık. Rumlara sövme etkili olmuştu ve teslim oluyorlardı. Bayram ediyorduk, hem askerler, hem kadınlar, hem de biz. Teslim olmak neydi ki? Biz filmlerde görmüştük, ellerini kaldırırsın ve ortaya çıkarsın, ben yenildim savaşmayacağım dersin, arada bir de beyaz bayrak sallarsın, silahı da atarsın. İşte yan Rum köyü evlere beyaz bayrak asmıştı ama ne eli havada gelen vardı ne de silahı atan. Sevinç kısa sürdü kimse mevziden çıkıp teslim olan Rum köyünü teslim almadı.  Kafalarını bile dışarı çıkarmadılar. Rumlar da bayrakları indirdiler. Bizimkiler de artık teslim ol diye küfür etmediler. Ama küfürleri ilk kez duymuştuk ve bizim küfürlerimizden kat be kat güzeldi ve hemen kullandık.

 Neyse gelelim bizim köydeki hummalı çalışmalara ve koşuşturmalara, biz yine yalınayak tabii ellerimiz ceplerimizde, ellerimizde pirilileri şakırdatıyoruz onların şakırtısı bize tedavi gibi geliyordu Koşuşturmalar arasındaki uzaklardan gelen kurşun ve bomba seslerinden oluşan korkumuzu, onların şakırtısı ile yeniyorduk.

“YAĞMUR YERİNE KURŞUN YAĞDI...”

Ne oldu, nasıl oldu bilmiyorum. Birden gök gürledi şimşekler çaktı ama yağmur yerine kurşun ve şarapnel yağdı başımıza ve o an kimse nereye gideceğini bilemedi. Tamamen dirifil demeti haline gelmiş Ali Dayı yerdeki küçücük bir taşı kendine siper etmiş, üzerindeki dirifilli pantolonu ve gömleği çıkarıyordu. Kargılıkları ve tüfeği otların arkasına attı. Üzerinde ki don ve atletle sürünerek tarlaların içine kaçtı. Havancılar meydanda yoktu. İki tane mermi attılar ve silahı bırakıp kaçtılar. Zaten toplam mermileri iki taneydi. 

Biz mi? Yalınayak bir şekilde duvarın dibine üçümüz dördümüz bir araya sindik. O kadar üst üsteydik ki, sanki dört beş çocuk, bir çocuk gibi olmuştuk ve her bomba patlamasında köpek yavruları gibi inleyerek birbirimize sokuluyorduk. Top ve tüfek seslerinin geçmesini bekliyorduk. Ama bitmedi. Hiç bitmedi patlamalar, daha da arttı. Toz, duman, düşen elektrik tellerinin yerlerde oynaması ve kıvılcım atması ve yaralıların yaralarını tutarak geçmesi, bizim savaşma azmimizi öldürmüştü. Kurşun ve bombalar düşmese savaşırdık aslında, lastik tüfeklerle ve sapanlarla ölmeyeceğimizi bilerek savaşmak çok da güzel olurdu.  Savaşırdık da bu sesler bizi çok korkutuyordu.

Mücahitlerin bazıları kaçıyordu, hem de silahsız, arkalarına bakmaksızın, kendi çocuklarını, karılarını ve köyü düşünmeden kaçıyorlardı. Silahları bile yoktu ellerinde. Biz savaşırdık, biz nasıl olsa eğitilmiştik. Türkiyeli komutan tarafından elimize sten verilmişti ve stenle çivi bile atmıştık. Rum köyüne doğru marşlar söyleyerek yürümüştük. Şimdi silah sesleri ve bombalar olmasa yine yürürdük Rum köyüne doğru. Ah bir kurşunlar gelmese bombalar patlamasa nasıl da yürürdük ama bu seslerden başımızı bile kaldıramadık.

“AĞLAYARAK KAÇMAYA BAŞLADILAR...”

İki ya da üç saat sindik duvar diplerinde, gözümüzü bile açamıyorduk. Uçaklar neredeydi? Bizim için gelmemişler miydi? Ya tanklar onlar neredeydi? Bizi öldürüyorlar, bizi kesiyorlar ama bizi kurtaracak kimse yoktu.  Bizi Anavatan da terk etmişti. O kadar çok güvendiğimiz Türkiyeli komutan bile yoktu meydanda. Tek başımıza kalmıştık bir duvarın dibinde ve biz o duvarın dibinde birbirimize sokulu bir şekilde savaşın bitmesini bekliyorduk, bildiğimiz tüm duaları haykırarak, sesli sesli okuyarak. Allaha yalvararak.

Sonra köyün içinde bir hareketlenme oldu. Kadınlar ve yaşlılar bağırarak, ağlayarak köyün içinden tarlalara doğru kaçmaya başladılar, bunun içinde annelerimiz de vardı, kapı arkasına koydukları bohçaları sırtlarına vurup ellerinde testilerle yollara düşmüşlerdi.  Biz de peşlerine düştük ve biraz gittik ki silah seslerinden uzaklaşınca ayağımızda ayakkabı olmadığı fark edildi ve düşmandan yemediğimiz tokadı, analarımızdan yalınayak olduğumuz için yedik. Ateş başladığında gidip giyememiştik, sakladığımız yerdeki ayakkabıları. Ve biz hem dayak yiyerek hem de ateşten kaçarak yanan tarlaların içinden, dikenlerin içinden, ayaklarımız kıçımıza vurarak, arkamızda babalarımızı ve ağabeylerimiz bırakarak kaçtık. Bir tek lastik kurşun bile atmadan, hani elimizdeki stenin içine çivi koyarak atmadan, marş bile söyleyemeden kaçtık. G..t korkusuyla marş söylenmezdi. Bunu öğrendik kaçarken.

“EN YAKIN KÖYE GİTTİK...”

Derelerin içinden en yakın köye gittik tepenin üstünde bir zamanlar taburun olduğu ve mücahitlerin günlerce çalışıp mevzi yerine gazino yaptıkları yere vardık. Ve taburda gazinonun olduğu yerde kimseler yoktu. Dans pisti bomboştu. Orada kimse dans etmiyordu. Ama görüntü, manzara muhteşemdi. Her taraf yanıyor ve bu yangının içine doğru güneş yanarak batıyordu. Sanki güneş batınca her şey bitecekti. Bitmedi. Tekrar başladı silah sesleri bizi takip etti ve biz yine kaçtık, yine kaçtık yalınayak ve susuz. Tarlaların içinde bulduğumuz pişmemiş domatesleri ve kabak kavun ve karpuzları yiyerek, hem de kabuğuna kadar yiyerek.

Yanan tarlaların arasından bir köye girdik ve bilmediğimiz bir ev. Bilmediğimiz o evde geçirdik geceyi. Evin çocuğunun oyuncakları güzeldi ama hepsi camekânın arkasında kutularının içinde dizilmiş bir şekilde duruyordu. İmrenerek baktık. Bizim hiç oyuncağımız olmamıştı, daha doğrusu biz yapardık oyuncaklarımızı ve biz ilk defa kutuların içinde oyuncak gördük ve imrenerek baktık. Derler ya çok okuyan değil çok gezen bilir, biz de o günlerde zoraki gezmemizden dolayı çok şeyler öğrendik. Kutuların içinde hazır oyuncaklar vardı. Ve bize çok ilginç gelmişti. Geceyi hiçbir şey yemeden korkarak geçirdik. Uyuyarak, hem de deliksiz uyuyarak, dışardaki silah seslerini duymadan. O kadar yol yürümenin yorgunluğundan mı, yoksa korkunun verdiği psikolojik durumdan mı bütün geceyi deliksiz uyuyarak geçirdik ve sabah yine silah seslerine uyandık.

“BİR BOMBA YANIMIZDA PATLADI...”

En şiddetlisinden bitmek bilmeyen bir çatışma. Susmaksızın. Ama bu kez bize uçaklar yardıma geldi köyün üzerine her dalış yaptıklarında silah sesleri kesildi ve bizimkilerin ıslıkları ve sövme sesleri yükseldi. Ne zaman ki uçaklar gitti, çatışma daha da şiddetlenerek arttı. Ama uçaklar bize bir yardımda bulunmadı. Nedense köyün içindeki bütün dedikodular bizim kulağımıza kadar geliyordu. Bayraklar yanlış çekildiği için uçaklar bomba atamıyordu. Ve biz ateş altında kalıyorduk. Ha arada bir yanımızdan kulakları sağır eden uçaksavarlı ile bir cip geçiyordu ama hiçbir şey yapmıyordu. Buradaki ateş ve yangın bizim köyden çoktu. Ve biz artık silahlar atılırken ve bombalar düşerken kaçmayı, hareket etmeyi öğrenmiştik. Duvarların dibinden saklanarak hareket edebiliyorduk. Daha doğrusu, artık kurşun ve bomba seslerini kanıksamıştık ta ki o bombanın ıslığını duyana kadar. Savaşanlar derler bombanın ıslığını duyarsan korkma az ötene gidiyordur diye ama ben o gün bombanın ıslığını duydum ve yanımda patladı az ötede değil. Ve saklandığımız yer kan gölüne döndü. Gördüğüm tek şey ablamın boğazından kan fışkırması ve annemin ablamın boynunu sıkı sıkı tutması. Sonra da yerlerdeki annemin ellerini gördüm. Parmaklarının kan içinde ve oradaki kadın ve çocukların bağırmalarını, kaçışmalarını. Annemi ve ablamı götürdüler. Diğer ablamla ki o da yaralıydı, bir eve saklandık. İçeride iki üç tane adam vardı ve onlar da orada saklanıyordu. Ve ben onların bacaklarına sarıldım ve ağladım ama onlar da can derdinde ve kaçtılar, kaçmasınlar ve bizi de götürsünler diye yalvardım ve ayağının ucuyla iteklenerek orada bırakıldık. Ve gelen kalabalığına katılarak köyün içinden bilinmeze doğru yürüdük. Artık saklanmak yoktu. Eğilmek te yoktu. Alışmıştık. Hani derler ya ıslanmışın yağmurdan korkusu olmaz diye biz artık ıslanmıştık ve bize kurşun yağmuru bir şey yapmazdı. İşte biz derelerin içinden yeniden başka bir köye kaçtık.

“ANNEM YARALILARIN ARASINDAYDI...”

Bir başka köydeyiz. Bu yaz iyi gezdik, köyden köye, sanki bizim çingeneler gibi iki gün bir köyde, iki gün başka bir köyde ama onlar keyifle geziyorlardı, biz zoraki ve aç susuz hem de yara bere içinde. Geldiğimiz bu köy, çok farklıydı, burada silah sesleri yoktu ve bizi koyun gibi karargâha sürdüler. Orada yaralılar vardı ve bir kısa saçlı kız durmaksızın yaralıların yarasına parmağının sokup kurşun arıyordu. Elindeki çanağın içinden, bir parça pamuk alıp yaraya sokuyor ve yaralı kişi ya ağrıdan bağırabildiği kadar bağırıyor veya ağrıdan bayılıyordu.

Annemi gördüm yaralıların arasındaydı. Ve başka bir eve yaralarının dikilmesi için gönderdiler ama dikilemedi. Ve o gece ilk defa kurşun ve bomba sesi olmaksızın geçti

Annemin yarasının acısını dindirmek için bir akrabamla bakkala gittik ama adam gece dükkân açmam, satış yapmam diyerek bakkalı açıp bize aspirin vermedi. Yalvarmamıza rağmen açmadı. Prensibim böyle, yarın sabah gelin dedi ve pencereyi kapattı. Kapatamadı. Yanımdaki akrabam silahın dipçiğiyle pencereyi ve kapıyı kırmaya kalkınca kapıyı açtı ve bizi içeri aldı. Artık silah üzerine çevrili olduğu için hiçbir şey yapamadı prensibini bozdu ve bize bakmadan bir avuç aspirin verdi. Verdi mi biz mi aldık bilmiyorum ama akrabam cebindeki tüm parayı masanın üzerine bıraktı ve gittik. İki aspirin biraz olsun ağrılarını dindirmişti annemin ve artık inlemiyordu

“AÇLIK VE SEFİLLİĞİN İÇİNDEYDİK...”

Geceyi geçirdik. Ertesi gün açlık ve sefilliğin içinde olduğumuzu gördük. Yaralılar ve binlerce insan yerlerde, yollarda sokaklarda yatıyordu. Ve kimse ne yaptığını bilmiyordu. Ama silah sesleri yoktu, ateş-kes olmuştu.

Şimdi herkes ailesini arıyor, tanıdıklara, ailesinden kişilerin nerde olduklarını soruyorlardı. Ve aileler birbirlerini buldukça mutlu oluyorlardı.


Fotoğraf, Sotiris Savva'nın arşivinden... 

(Devam edecek)