Güven Uludağ & Koral Özkoraltay
Bir fotoğrafla başladı her şey. Bir göç fotoğrafı. 1964’te Aysozemeno/Arpalık’tan Lurucina’ya göçün fotoğrafı. Sırtına vurduğu düğün fotoğrafı ve elindeki değnekten destek alarak yürüyen bir kadın. Ve bir davet çağrısı adeta; bilinmezliği, içinde barındırması mümkün hikayesi ile.
“Sayfasını Çevirmeyen” O kadını, bulmak için böyle çıktık yola. Aradan çok zaman geçmişti. Belki de ölmüştü fotoğraftaki kadın. Belki tanıyan çıkmayacaktı. Belki sıradan bir göç hikayesiydi dinleyeceğimiz. Çok sürmedi aramamız. Onu bulduk. Hayattaydı!...
Omorfo/Güzelyurt’taki evine konuk olmamız iki günü bulmadı bile. Sıcak ve sevgi dolu gözlerle karşıladı bizi.. Ve tüm samimiyetiyle anlattı hayatını. Birlikte yaşadığı kız kardeşi ve çocuklarıyla kurduğu dünyasında, yaşama tutunmaya çalışıyordu. Başına gelenlerin ağırlığını kaldırabilecek gücü bulmuş muydu? Yoksa yenilip, sadece günlerini mi tamamlamaya çalışıyordu? Kardeşinin çocuklarına verdiği sevgiyi anlatırken ayağa kalkan, canlanan, sorumluluğunu hissettiren bir kadın vardı karşımızda. Ama sonra… Sonrası tam bir travmaydı. Yaşama tutunmayı yıllar öncesinden bırakmış, hayatı istemeyen bir kadının yenilgisi…
1941’de Vuda’da doğmuş Ziver. Orada yaşamış çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını. Yirmili yaşların başında evlilik için atmış ilk adımlarını. Ve Ali ile evlenmişler. Onların evliliği de çok farklı olmamış diğerlerinden. Aracılar olmuş onlarda da. Evlilik yaşı gelen erkek için yakın çevreden kız aranmaya başlanmış. İyi aile, huyu güzel bir kız. Ve bir şekilde kesişmiş yolları.
Gurşuniler yapmış düğünlerini. Cumadan pazara üç gün sürmüş. Mum ve gülümdanlıkla dolaşılarak davet yapılmış düğüne. Yenilmiş içilmiş. Herseler pişmiş kazanlar dolusu, fırına yemekler konmuş. Üç gün sürmüş Vuda’daki düğün. 24 Kasım 1963 Pazar günü de, yeni evine,
Aysozemeno’ya gelin gitmiş. Zamana göre oldukça büyük bir evi varmış. Odaları, hanay katı olan bir ev. Eski evmiş ama, kocası çok tamir etmiş yeni gelin için evi.
Her şey güzel başlamıştı onun için. Ancak, yeni gelin olarak geldiği küçük köyde, dikiş dikerek kurduğu ahbaplıklarla geçen günleri çok uzun sürmedi. Evliliklerinin üzerinden bir ay bile geçmeden adada toplumlararası çatışmalar başladı. Şiddet sarmalının dışında hiç kimse kalmayı başaramadı. Ziver ve Ali’nin yaşadığı köyde de şiddet yanlıları kısa sürede köyü esir aldı. Küçük dünyaları şiddetle büyüdü, büyüdü ve patladı. Onların payına, sayfaları çevrilmemiş, açıldığı yerde kalmış hayatlar düşmüştü.
21 Aralık 1963 gününün gecesinde devriye maksadıyla köye gelen Rum polislere ateş açıldı. Olay sonrasında Rum polisler köyden ayrıldı. Ertesi gün olayın yarattığı gerilimden korkan az sayıdaki Kıbrıslı Rum da köyden kalıcı bir şekilde ayrıldı. Ama bu bile, en azından o bölgedeki ateşin sönmesine neden olamadı.
Arpalık yakınlarında çevre köylerin su ihtiyacını karşılayan bir kuyu vardı ve her gün birileri bu kuyuya gider, kuyunun motorunu bir süre çalıştırır, yeterli su pompalandıktan sonra motoru kapatır, geri dönerdi. Bir süreden beri kuyuya, Rum polis gözetiminde gidiliyordu.
Aysozemeno’daki bir grup milliyetçi Kıbrıslı Türk, 6 Şubat 1964’ te kuyuyu çalıştırmak için gelenlere pusu kurmaya karar verdi. Pusu kararı, köyün TMT başkanı ve sağduyu sahibi kişilere rağmen verilmişti ve daha önce kaybedilen/öldürülen bir Kıbrıslı Türk’ün intikamını almaya yönelikti. Pusu kurulur, çatışma çıkar ve çatışmanın sonunda Kıbrıslı Rumlardan bazıları hayatını kaybeder, bazıları da yaralanır. Sonrası öncesinden çok daha büyük bir çılgınlık nöbetidir. Dali, Kiracıköy, Dimbu ve Yeri köyünden toplanıp gelen ve “Örgüt” tarafından koordine edilen fanatik Kıbrıslı Rumlar, köyü gelir ve çatışmalar başlar. Saatlerce sürer. Çatışmalar sonrasında, Rum fanatikler köyün bir tarafından köye girer ve köyün yarısına kadar olan bölümü ele geçirir. Burada bulunan bazı erkekler öldürülür, kadın ve çocuklar esir alınır. Ayni günün akşamı, barış gücü görevini üstlenen İngiliz askerleri köye gelerek ateşkesi sağlar. 7 Şubat 1964’te de Lurucina’dan gelen silahlı bir grup gözetiminde Arpalık’ta yaşayanlar köyden tahliye edilir.
Toplumlararası çatışma dönemini konuşacağınız birine giderken yolda aklınızı acaba konuşacak mı, anlatacak mı soruları kemirir. Bu tedirginlikle başlarsınız görüşmeye. Burada da farklı değildi. Ancak başka bir şeyler vardı burada. Ön görüşmede duyduklarımız bizi kilitlemişti adeta. Sormaya, acısını tazelemeye değer miydi ? Ama O, o günden hiç uzaklaşmamış ki ! O günü her an yaşıyor ve tekrar tekrar, kaybı tazeleniyordu. Görüşmeyi yaptığımız saatler boyunca kocasını kaybettiği anı defalarca anlattı bize. Her anlatışında bir ayrıntı daha eklendi hikayesine. Üç aydır süren evliliğin mutluluğundan daha çıkamamışken, ölümün belki de en travmatik haliyle nasıl karşı karşıya kaldığını dinledik kıpırdamaya bile korkarak. Sevdiği adamın gözünün önünde vurulup ölmesini kabullenememişti. Günlerce, aylarca Ali’nin kanının bulaştığı kıyafetleri üzerinden çıkarmamış, kurduğu yuvanın ışığı olacak bir bebeğe hamile olduğunu bile bilmeden, göç ettiği köyde düşük yaparak son tutunacağı dalı da kaybetmiş bir kadının hikayesiydi dinlediğimiz.
“Aysozemeno’da çok Rum yoğudu. Bir-iki Rum varıdı…”
diye başlamıştı o günü anlatmaya. Ama yaşadığı onca acıya rağmen, o bile susabiliyordu. Yıllardır siyasi otorite tarafından sürdürülen ve korkuyla sürekli beslenen sessizleşme hali yaşıyordu O da. Kıbrıslı Türkleri toptan esir almış, geçmişi belirlenen çizgiler içinde hatırlamaya izin veren bir örtme siyasetiydi bu. Üzerinden yarım asır geçse bile cümlelerin insanların ağzından güçlükle döküldüğü bir travma hali bu. Yüzünüze bakan insan, konuşmak için güven arıyor. Onu ele vermeyecek bir güven istiyor. Konuşursa başına bir şey geleceğinden korkuyor. Hala daha…
“Deyebilir miyim öyle ? Bildiğimi ?” İzin istiyor anlatmak için bildiklerini.
“Köyün yanından Rumlar gitdi su alsın. Bizim köyden birileri da gitdi vurdu genneri. Onnarı vurunca köye geldi Rumlar. Derlerdi ki o adamları isdediler muhtardan. “Verin bize vuranı, size bişey yapmayacayık”. E hiç verir, vermedi. E sonra saldırdılar köye aha.”
DEVAM EDECEK