Şebinkarahisarlı Fatma Hanım

Şebinkarahisarlı Fatma Hanım

 

Stella Aciman

Yaşam onu, karlı, ayazın insanın içine işlediği bir kış günü Giresun’un Şebinkarahisar köyünden İstanbul’a atmıştı, üç oğlu ile birlikte… Ardında, Çanakkale Savaşı’nda yitirdiği kocasının acısını, Kurtuluş Savaşı’nın zor günlerini bırakarak…  Zorlu yıllardan geriye, sırtındaki kamburu ve rahmetli kocasından kalan; yıllarca ekip, biçtiği, çocuklarının rızkını çıkardığı bir dönümlük arsa ve iki inek kalmıştı. Arsayı ve ineklerini dayıoğluna satmış, elinde iki tahta bavul ve iki bohçayla yollara düşmüştü. Önceleri, amcaoğlunun Beyoğlu’nda oturduğu iki göz odanın birine yerleşmişti üç oğluyla. Hemen ertesi günü, yanına büyük oğlu Halil’i alarak sokakları arşınlamaya başlamıştı ev bulmak için. Şanslı bir günündeydi, girdiği küçük bir bakkal dükkânının sahibi kadın, “ biraz aşağımızda Bukis apartmanı var, onun zemin katı kiralık, sahipleri Rum, iyi insanlardır… İstersen bir bakıver” dedi. Ana-oğul dükkândan çıkarken de “benim gönderdiğimi söylersin” diye seslendi arkalarından.
Heybetli apartmanın mermer basamaklarını heyecanla tırmandı, oğlu arkasında kalmıştı. Dairenin kapısını çalarken içinden “Allah’ım, sen bana yardım et” diye dua ediyordu. Kapı açılmış, içeriden uzun boylu, zayıf, esmer bir kadın çıkmıştı.
“Buyurun, ne istemiştiniz?” diye soran kadın; karşısında kamburu çıkmış, başında eşarbı, üzerinde siyah paltosu ile duran kadını ve merdivenin son basamağında başını öne eğmiş genç delikanlıyı süzüyordu.
“Beni yokuştaki bakkal kadın gönderdi, zemin katınız kiralıkmış… Bana verir misin?”
“Sen kimsin?” diye sorarken hafif bir gülümseme yerleşmişti kadının dudaklarına.
“Ben Fatma…”
“İyi… Ben de Vangelyo!” diyerek patlatmıştı kahkahayı kadın. Karşısında tertemiz giysileriyle, elleri önünde birbirine kenetlenmiş bir halde duran Fatma’nın çekingen hali Vangelyo’nun hoşuna gitmişti.
“Memnun oldum kale Fatma Hanım… Hayde gidip bakalım daireye, beğenirseniz konuşuruz” diyen Vangelyo, pembe otrişli terlikleriyle merdivenlerden inmeye başladı.
O gün, hayatının ikinci büyük dönüm noktasını yakalamıştı; Bukis apartmanında Fatma Hanım olmuştu; Rum’u, Ermeni’yi, Yahudi’yi ilk defa o apartmanda tanımış, “onlar da bizim gibi insanmış” diye düşünmüştü. Yokluk yıllarının yaşandığı, ekmeğin bile karneyle alındığı o günlerde komşuluğun, paylaşmanın, yardımlaşmanın; acılarda ağlamanın, sevinçlerde gülmenin din, dil, ırkla hiçbir ilişkisinin olmadığını öğrendi Bukis apartmanında.
Evi bulan bakkal Havva Hanım, büyük oğlan Halil’i yanına çırak olarak aldı. Madam Vangelyo, küçük oğlan Şeref’i, o yılların ünlü restoranı Rejans’da aşçı yardımcısı olarak işe başlattı.
Bukis apartmanının altı dairesinin beşinde gayrimüslimler oturuyordu, tek Müslüman aile Fatma Hanım ve oğullarıydı. Zaten o yıllarda Beyoğlu’nun hemen hemen tamamı gayrimüslimlerden oluşuyordu. Sokaklarda farklı diller konuşuluyor, şık erkekler ve kadınlar dolaşıyordu. Beyoğlu’nun şapkasız çıkılmadığı günleriydi. Galatasaray’da ki Tokatlıyan Oteli, Nisuaz ve Markiz Pastanelerinin şaşaalı zamanlarıydı.
Fatma Hanım, tüm apartman sakinleriyle yakın ilişkiler içindeydi ama üst katında oturan Yoanna’nın yeri bir başkaydı gönlünde. Oğullarına, “çileli kadınmış… Sen kalk Rusya’daki o zengin hayattan sonra gel buralarda hastanede çalış” demişti bir gün.
Yoanna, Bolşeviklerin Yahudilere yaptıkları pogromdan kaçmış, annesiyle birlikte İstanbul’ a gelmişti. Kaçarken beraberlerinde getirdikleri yükte hafif, pahada ağır mücevherleri, İstanbul’da yok pahasına satarak geçinmeye çalışan ana-kız geçen zaman içinde darlığa düşmüş ve Yoanna Sen Jorj Hastanesinde, başhekim yardımcısı olarak işe başlamıştı. Bu arada bir Yunan Yahudisi ile evlenen Yoanna’nın iki kızı ve bir oğlu olmuştu. Kocası ise bir kalp krizi sonucu yaşama veda ederek, Yoanna’yı genç yaşında üç çocukla yapayalnız bırakmıştı. Yalnızdı Yoanna; en büyük sığınağıydı Fatma Hanım… Zaman onları abla-kardeş gibi yapmıştı. Hıristiyanlığın ne olduğunu Madam Vangelyo’dan öğrenen Fatma Hanım, Yahudiliği ise Yoanna’dan öğrendi. Şabat* akşamları Yoanna’nın mumları yakmasını izlerken, başını örterek ettiği beraha** duasını okurken, Fatma Hanım da ellerini açar duasını ederdi. Çocuklarına da “Allah aynı Allah değil mi?” derdi. Apartmanda Pesah,*** Paskalya,**** Ramazan ve Şeker Bayramları hep birlikte kutlanır, o günlerde Bukis apartmanında inanılmaz bir hareketlilik olurdu. O günlere özel, renkli yumurtalar, hamursuz unundan yapılmış tatlılar, çörekler, baklavalar ve börekler katlar arasında dolanır dururdu. Yaşam yuvarlanıp giderken Halil, bakkal Havva Hanım’ın kızı Zehra ile Şeref ise uzak bir akraba kızı olan Leman ile evlenmişti. Yoanna’nın oğlu Boris İsrail’e gitme kararını vermiş ve arkasında gözü yaşlı bir anne bırakmıştı. Büyük kız Anita, bir İtalyan’a âşık olmuş ve annesinin tüm karşı çıkmalarına sırt çevirerek sevdiğiyle evlenmişti. Yoanna, “herkes kendi dininden olan biriyle evlenmeli” derdi. Yoanna dindar bir kadındı ve kurallarında çok katıydı. Bu kurallar, dinini değiştiren ve bir İtalyan’la evlenen kızı Anita’yı evlatlıktan ret ederken de hemen yanı başındaydı. Yanı başında olan bir şey daha vardı Yoanna’nın… Bedenine yerleşmiş, sinsi sinsi ilerlemiş ve onun en zayıf anında adeta haykırarak yüzeye fırlamıştı… Kanser!
İtalyan Hastanesi’nin 209 numaralı odasında yatıyordu Yoanna… Gündüzleri Fatma Hanım yanından ayrılmıyordu, ta ki kızı Brana gelene kadar. Hastaneden eve doğru giderken ayakları hep geri geri gidiyordu Fatma Hanım’ın. Yoanna’dan iyi bir haber bekleyen oğlu Halil ve gelini Zehra’nın soru dolu bakışları karşısında, her gün aynı sözü söylemek içini acıtıyordu Fatma Hanım’ın, “iyi değil”… Günler çabuk geçiyor, Yoanna’nın hastalığı da aynı hızla ilerliyordu.  O sabah Brana’dan nöbeti devralan Fatma Hanım yatağın kenarına yaklaştı ve “Yoanna” diye seslendi hafif bir sesle. Gözünü zorla açan Yoanna eliyle Fatma Hanım’ın yaklaşmasını işaret etti. Fatma Hanım, Yoanna’nın yüzüne doğru eğildi ve “söyle gülüm” dedi.
“Ben gidiyorum Fatma, oğlum uzakta, Anita’ya hiç güvenmiyorum… Brana yalnız kalacak, gözüm arkada gitmek istemiyorum. Kızım sana emanet…” dedi ve gözlerini kapattı. Son sözlerini hayatındaki en yakın dostuna söyleyen Yoanna derin komaya girmişti. Annesinin son saatlerinin yakın olduğunu hisseden Brana, iş yerinden izin alarak erkenden hastaneye gelmişti.  Hastanenin kapısında onu, uzun süredir arkadaşlık ettiği Albert bekliyordu. Brana çağırmıştı onu… Onunla evlenmek isteyen bu delikanlıyı annesiyle tanıştırmak istemişti. Koşar adımlarla hastanenin merdivenlerini çıkan Brana ve Albert, oda kapısında bekleyen Anita’yı gördüler. Annesinin hastalığını öğrenen Anita, günlerdir hastane odasının dışında bekliyor ve hem Brana’ya hem de Fatma Hanım’a “ne olur annemin yanına gireyim, kendimi affettireyim…” diye yalvarıyordu. Gerek Brana, gerekse Fatma Hanım, Yoanna’yı kızını görmesi ve affetmesi için çok sıkıştırmışlardı ama o kızının adını bile ağzına almamış ve kimseyi de konuşturmamıştı.
Cama vuran yağmur damlalarına karışan gözyaşlarını eliyle silen Brana, hasta yatağının yanındaki koltukta, başında yemenisi, elinde tespihiyle, dudaklarını hafifçe oynatarak iki gündür sürekli dua eden Fatma Hanım’a bakarken, oda kapısının aralığından sızan ışığın huzmesinden Albert’i ve onun yanında içeri giren hazanı***** gördü. Evin kapısındaki mezuzaları****** dualarla değiştiren adamı tanıyan Fatma Hanım, oturduğu koltuktan kalkmaya yeltendi. Hazan eliyle ona oturmasını ve okumaya devam etmesini belirten bir işaret yaptı ve başına kipasını******* taktıktan sonra elindeki kitaptan dua okumaya başladı. Yatağın ayakucunda duran Brana’nın gözü yatağın başucunda, duvarda asılı duran haça takıldı. Sonra bakışları Fatma Hanım’ın elindeki tespihe, başındaki yemeniye, hazanın isteğiyle sürdürdüğü duaları mırıldandığı dudaklarına kaydı ve kulaklarında üç büyük Semavi dinin duaları yankılanmaya başladı.
O gece, Yoanna sessizce vedasını yaptı… Arkasında gözü yaşlı bir kız evlat ve can dostu Fatma Hanım’ı bırakarak.
                                                                                       Devam edecek…

Dergiler Haberleri