Hakkı Yücel
yucelh@kibrisonline.com
Türkiye, 7 Haziran seçimlerine giderken oldukça gerilimli bir süreç yaşadı; siyasetin dili günden güne sertleşti, kutuplaşma derinleşti. Bu gerilimin bir ucunda Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve arkasında AKP vardı. Erdoğan Türkiye için mutlak hedef gördüğü ‘başkanlık rejimi’ni, halk oyuyla Cumhurbaşkanı seçilmiş olmanın verdiği güce de dayanarak seçimin ana konusu yaptı. Anayasal konumunu tartışılır hale getiren bir fütursuzlukla meydanlara indi, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı değil de hükümetin başıymış gibi propaganda yaptı, devletin imkânlarını sonuna kadar kullandı, ayrım yapmaksızın tekmil muhalefete amansızca yüklendi, seçmenlerden rejim değişikliğine yetecek oy desteğini istedi. Gerilimin diğer ucunda ise Kürtlerin parlamentoda siyasi temsiliyetini sağlayacak olan ‘Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) % 10’luk seçim barajını aşıp aşamayacağı, bu bağlamda tarihsel önemi haiz bir ilki gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği endişesinin yansımaları vardı. Bir önceki seçimde bağımsız adaylarla meclise girilirken, bu kez siyasi risk göze alınarak parti halinde yarışa katılınması, bu endişenin kaynağını teşkil ediyordu. Baraj aşıldığı takdirde anlamlı sayıda milletvekili ile (seçim sonuçları bu rakamın 80 olduğunu ortaya koydu) mecliste elde edilecek güçlü temsiliyet yanında, bunun gerek meşruiyet gerekse siyasal işlevsellik açısından da başta ‘çözüm süreci’ olmak üzere her alanda büyük etkileri olacaktı. Çarpıcı olan bir başka husus ise HDP’nin barajı aşmasının Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘başkanlık rejimi’ hülyasını engelleyeceği, geçememesi halinde ona büyük oranda yol vereceğiydi. İşte bu hassas dengeydi ki gerilimi artırdı. Nitekim bütün seçim süreci büyük oranda bu dilemmanın yükünü taşıdı.
7 Haziran akşamı sandıktan AKP: 258, CHP: 132, MHP: 80, HDP: 80 milletvekili aritmetiğinin çıkması on üç yıldır devam edegelen AKP’nin tek başına iktidar olma halini sona erdirdi. Bu süre zarfında her seçimde oylarını artırarak yola devam eden AKP, her ne kadar yarışın birinci partisi olsa da, % 9’luk oy kaybına uğrayarak meclis çoğunluğunu yitirdi. Bu sonuç ayrıca, ‘başkanlık rejimi’ni gündemden düşürdü; Cumhurbaşkanı Erdoğan’a beklemediği bir yenilgiyi tattırırken, HDP’yi ise bu seçimin galibi olarak öne çıkardı; HDP’nin sadece Güneydoğu’da değil, başta İstanbul olmak üzere Türkiye genelinde aldığı oylar göz önüne alındığında Kürt kimliği dışında kalan farklı kimlik ve siyasal eğilimleri olan kesimlere de ulaştığının, bir başka ifade ile artık ‘Türkiye’(lilerin) Partisi’ olmak yolunda adımlar attığının tescili oldu. Bu oyların ne kadarının emanet ne kadarının kalıcı olduğu her ne kadar tartışmaya açık olsa da, bunun böyle olması bu gerçekliği değiştirmediği gibi, HDP’ye onları kalıcılaştırma ve daha da arttırma şansını da sundu. Böylesi bir siyasal-toplumsal genişlemenin ve sisteme güçlü bir aktör olarak entegre olmanın ise, en başta Kürt sorunun çözümü olmak üzere, Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından son derece önemli olduğu aşikârdı.
Artık seçimler sona erdi, ne oldu, nasıl oldu, neden oldu, kimler bu sonuçlardan ne dersler çıkarmalı tartışmaları yazılı ve görsel basında enine boyuna yer alıyor, daha da alacak gibi görünüyor. Bu tartışmaların merkezinde, ağırlıklı olarak AKP ve HDP’nin yer alması ise, birincisinin anlamlı bir oy kaybına uğraması, ikincisinin ise bıçak sırtı bir konumda girdiği seçimden yine anlamlı bir biçimde oy artırarak çıkmış olmasıdır. Seçim sonrası bir zorunluluk haline gelen koalisyon ihtimalleri içinde kurulması en zoru olanın, bu iki aktörü bir araya getirecek formül olduğu ise hâkim görüş. Etrafta şimdiden uçuşmaya başlayan koalisyon senaryoları arasından nasıl bir formül çıkar şu an itibarıyla meçhûl. Ancak o formül bulunana kadar, seçimlerden yaralı ama hâlâ birinci parti olarak çıkan AKP ile, yine bu seçimin parlayan yıldızı ve güç devşiren partisi olarak HDP, nerede yer alırsa alsınlar, gündemin hep ön sırasında olacaklar.
Bu noktada makarayı geriye sarıp özellikle 2000’li yılların başından itibaren bu iki kesimin (AKP ve HDP’nin -başlangıçta henüz HDP değildir) ayrı ayrı yaşadıkları gelişim serüvenleri göz önüne alındığında arada ilginç benzerliklerin olduğunu görmek mümkün. 2001 yılında ‘Milli Görüş Hareketi’nin ardı sıra kapanan partilerinin sonuncusu olan Fazilet Partisi içinden ve daha da önemlisi bu hareketin tartışılmaz lideri Erbakan’ı ekarte ederek doğan AKP, hem bu gelenek içinde bir dönüşümün başlangıcı oldu, hem de çok geçmeden Cumhuriyet Rejimi’nin tabularını ve sınırlarını zorlayacak, onları değişime ve dönüşüme uğratacak temsiliyet gücü geniş siyasal bir güç halini alarak, dahası iktidara bugünlere varacak uzun süreli ambargo koydu. AKP ile, Cumhuriyet Rejimi’nin dışladığı Müslüman-dindar kesimler artık iktidardaydı ve bizatihi bu, sıklıkla dile getirildiği gibi tarihsel anlamda bir parantezin kapanarak yeni bir parantezin açıldığını ifade ediyordu.
Beri yandan bugün mecliste 80 milletvekili ile yer alacak olan HDP ise, Cumhuriyet Rejimi’nin bir başka mağduru olan Kürtlerin, yoğun baskılara maruz kalan zorlu mücadele tarihinden ve bir dizi parti kapatılmasından süzülen temsilcisi olarak sistemin, tabanı genişleme eğilimi taşıyan bir diğer belirleyici güçlü siyasal aktörü oldu ve siyaset sahnesinde yerini aldı. Bir başka deyişle Cumhuriyet Rejimi’nin yakın geçmişe kadar kendi dışında tuttuğu ya da kendi tanımına uyduğu oranda içine aldığı kesimler olarak Kürtler de, bugün mecliste temsil edilmek bir yana iktidarın parçası olabilecek kertede adım adım büyüyen güçlü bir konum kazandı. Bu da Cumhuriyet tarihinde aşikârdı ki bir başka yeni parantezdi. Biri on üç yıldır iktidarda olan, diğeri bugün iktidarın parçası olmakla güçlü muhalafeti olma konumu arasında gidip gelen iki aktörün, bir ilki gerçekleştirerek ‘Kürt Sorunu’nun çözümünde buluşmaları ise, bu yeni paranteze dâhil altı çizilmesi gereken bir başka husustu.
Ne var ki o iyimser siyasi havanın ve koşulların özellikle AKP iktidarının son döneminden itibaren mevcut olduğunu söylemek mümkün değildir. AKP başladığı yerden geriye düşmüş durumdadır. ‘Tek adam’ sultasını Erbakan’ı ekarte ederek alt eden, muhafazakâr-Müslüman kimliğine ‘demokrat’ olmayı katarak geniş kesimlere ulaşan, başta Kürt sorunun çözümü olmak üzere demokratikleşme yolunda ciddi adımlar atan ve bu yolda ‘ortak aklı’ temsil eden AKP, şimdilerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’da karşılığını bulan bir başka ‘tek adam’ sultasına dümen kıvırmış, aşırı güç temerküzünden doğan buyurgan, otoriter, kibirli ve düşmanlaştırıcı ‘tek aklın’ egemenliği altına girmiştir. Bu o kadar öyle olmuştur ki siyaset bir yanda Erdoğan ve arkasında duran AKP ile bir blok oluştururken, karşısına da doğrudan kendini hedefleyen ve enerjisini büyük oranda burada tüketen bir başka bloku çıkarmış ve siyaset, sivil aklın da dâhil olduğu bu blokların karşılıklı salvolarıyla seyreden bir mahiyet kazanmıştır. Bunun böyle olması en başta diyalog ve uzlaşma imkânlarını ortadan kaldırmış, başta Kürt sorunun çözümü, demokratikleşme olmak üzere ülkeyi ve toplumu rahatlatacak adımların atılmasını engellemiştir.
Şu an gelinen aşamada her ne kadar taraflar, kırmızı çizgilerinde ısrar ederek, bir bakıma seçim öncesi katı tutumlarını sürdürüyor olsalar da, seçim sonuçlarının bu blokları sarstığını, seçmenin oyunun bunu zorladığını söymek mümkündür. Buradan tek tek siyasal aktörlere bakılacak olursa bu sonuçlar, karşı blokta bulunan, eski gücünü korumaktan öteye geçemeyen CHP ile kısmi büyüme gösteren MHP’ye muhtemel koalisyon formülleri içinde yer açıyorsa da, bu durum onlara siyaseten çözüm üretecek seçenekleri sunacakları bir dinamizm, kendi geleneksel sınırlarını zorlayan bir esneklik kazandıracak mı, meçhûldür. Öte yandan diğer üç siyasal aktörü işaret eden şu soruların yanıtları ise bundan sonrasının siyasal-toplumsal yaşamın mahiyetinin belirlenmesi açısından büyük önem arz etmektedir: Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yaşadığı yenilgi onu anayasal sınırları içine çekecek mi ya da ne oranda çekecek veya onu kendi sınırları içine çekecek siyasal bir kompozisyon oluşacak mı; AKP’nin aldığı yara kendi içinde bir tartışmayı başlatacak mı; onu ‘tek adam’ sultasından kurtarıp yeniden ‘ortak akıl’da buluşturacak mı; ve nihayet meclise 80 milletvekili ile giren HDP toplumsal tabanını ve siyasal ufkunu genişleterek, kimlik siyasetini aşan kuşatıcı ve dönüştürücü aktör olarak, başta çözüm süreci olmak üzere sorun çözücü gücünü mecliste etkin kılabilecek mi?
Reel siyaset, ince hesaplar, kırmızı çizgiler yeni açılımlara ne kadar fırsat verir, bilinmez; ama galiba şimdi en çok görünmeyeni görecek göze, söylenmeyeni söyleyecek dile, yeni imkânları yaratacak ve bunu gerçekleştirecek geniş ufuklu ve kuşatıcı siyasi iradeye en çok ihtiyaç duyulan zamandır.