Mustafa Öngün
m.ongun85@gmail.com
Sanırım en özet biçimiyle seçim sonuçlarının bize verdiği iki önemli mesaj vardır. İlki, Kıbrıs sorununun uzun bir aradan sonra tekrardan ve bu sefer ciddi anlamda gündeme oturacağı. Hem de bu sefer, Akıncı’nın seçilmesinden dolayı, özellikle güven artırıcı önlemler boyutunda, oldukça farklı yöntemlerin söz konusu olacağı bir süreç yaşayabiliriz. Seçim sonuçlarının sevindirici ve umut verici yönü olarak ilk bakışta böyle bir tablo çizebiliriz.
Sonuçların ortaya çıkardığı diğer mesaj ise bu kadar iç açıcı değil. Bir süredir kısmen dile getirilen “siyasi partilere güven kalmadı” söylemi artık apaçık bir gerçeklik kazandı. Ancak bunun apaçık bir olgu olması onu iyi anladığımız anlamına gelmiyor. Aksine “siyasi partilere güven kalmadı” meselesini eksik anlıyor ve yorumluyoruz diye düşünüyorum. Görünen o ki, ne temiz toplum vaadinde bulunanlar, ne de örgütlü partiler güven sorununu anlayıp cevap verebilmiş durumdadır. Üstelik bu eksiklik sadece teorik analiz boyutunda değil, aynı zamanda pratik siyasi örgütlenmede de karşımıza çıkmakta ve hem merkez solu hem de temiz toplum vizyonuyla yola çıkanları bir krizin içine itmektedir (veya itecektir).
Anlaşılamayan korkular ve siyaset
Siyasi partilere neden güven kalmadığıyla ilgili yapılan yorumlarla başlayalım. Yorumlar haklı olarak sıklıkla siyasetin yozlaşması, yani kişisel çıkarların toplumsal çıkarların ötesine geçmesi ve artık genişleyen bir kitlenin bundan rahatsızlık duyması gibi hususları ortaya koyuyor. Tabi ki bu yorumların sıklıkla dile getiriliyor olması, tespitin yanlış olduğu anlamına gelmez. Tespit yerindedir. Siyasi partilerin belli oranda yozlaşma yaşadığı ortadadır. Verilen sözlerin sıklıkla bozulması, seçimden önce söylenenlerle sonradan yapılanların farklı olması gibi sorunları tekrar etmeye gerek yok; bunları hepimiz biliyoruz. Tam da burada, güven meselesinin pek de dile getirilmeyen bir yönü daha olabilir mi diye düşünmeliyiz. Bunu düşündüğümüzde şöyle bir öngörüde bulunabiliriz: Güveni sarsan esas unsurlardan bir tanesi de mevcut örgütlü siyasetin insanların korkularını anlayamaması ve bu korkulara doğru cevap verememesidir. Problemin bu boyutunu mevcut siyasi partiler kadar yeni örgütlenme yolunda olanların da anlamadığını söyleyebiliriz.
Özellikle de yeni kuşaklara baktığımızda gözümüze ilk çarpan problemlerden bir tanesi de “belirsizlik” diye nitelendirilen sorundur. Bu, özellikle de bugünün gençlerinin deneyimlediği önemli bir korkuya işaret etmektedir diye düşünüyorum. Tony Judt her ne kadar bu tespiti Avrupa toplumları için yapmışsa da bizim gençlerimiz için de geçerli olduğuna şüphe yok: Judt, bir korku çağına girdiğimizden söz eder. Hayatımız üzerindeki kontrolü, işimizi, ekonomik özgürlüğümüzü ve sadece bizim değil siyasilerin bile bu alanlarda kontrolü kaybetmesi karşısında yaşadığımız bir korku çağı (Judt, 2010). Ev sahibi olabilecek miyim? İş bulabilecek miyim? Bu ay yeterince çalışmazsam arabamın taksitini ödeyebilecek miyim? Annem/babam hasta olursa onlara bakabilecek miyim? Çocuk yaparsam nasıl bakacağım? Bu toplum beni kabul edecek mi? Dışlanacak mıyım? Bu gibi daha nice soruların şekillendirdiği bir korku çağı yaşıyoruz; hem de kitlesel olarak. Bu durum sadece Kıbrıslı Türklerin değil, aynı zamanda adada yaşayan Rum, Ermeni Kürt gençlerin de krizi olarak nitelendirilebilir. Belki bazılarımız ısrarla görmekten kaçınıyor ancak bu krizi yasayan yeni bir toplumsal katman gün gibi karşımızda duruyor.
Bu yeni toplumsal durumu anlamak özellikle de sol siyasetin geleceği açısından oldukça önemlidir. Sol siyaset, bu korkular karşısında örgütlenebildiği ve bu kitlenin korkularına cevap verebildiği ölçüde Kıbrıs’ta başarılı olabilecektir diye düşünüyorum. Dahası, merkez solun son yıllarda (ve bugün) yaşadığı krizin bu korkulara cevap verememesi ile ilintili olduğu görüşündeyim. Temiz toplum vizyonu çerçevesinde örgütlenenler ise daha başlamadan bu bahsi geçen korkuları ikincil plana atmış, adaleti ekonomik alanın dışında tasarlamıştır. Tam da bu nedenle bu yeni toplumsal durumu deneyimleyen kitlenin kim olduğu sorusu adadaki örgütlü yapılar için hayati öneme sahiptir.
Bu konuda çok daha kapsamlı çalışmalara gereksinim olmasına rağmen, benim görebildiğim kadarıyla, bu kitle, özel sektörün alt ve orta kademelerinde çalışanlar, devlete yeni girmiş olanlar, yarı zamanlı (part-time) olarak çalışanlar, işsizler, tek ebeveynler (single mother), LGBT bireyler, engelli bireyler ve benzeri kişilerden oluşan ve çoğunlukla genç olan bir kitledir. Bu kitle hem ekonomik hem de sosyal olarak yaşadığımız sistemin içerisinde en fazla bedel ödeyen ve mağdur olan kesim haline gelmiştir. Yukarda bahsedilen korku çağını yaşayan ve sayı olarak gittikçe genişleyen kitle, bu bireylerden oluşmaktadır. Ve maalesef toplumumuzda ne kurumsal ne de örgütsel olarak yer alan yapılar bu kitlenin isteklerine ve korkularına cevap verebilmektedir.
Günlük hayatın içerisindeki ana korkular ve güvensizlik yukarda sözü geçen kitle tarafından yaşanırken siyasi partiler (ve yeni oluşumlar) bu korkular yokmuş gibi davranmaktadır. Diğer bir deyişle, bu biraz karamsar bir okuma olacak olsa da, geldiğimiz noktada ne temiz toplum vizyonu ortaya koyan - siyasi parti dışı - adayların ve destekçilerinin, ne de örgütlü siyasi partilerin siyasete olan güvensizliğe cevap verecek projeleri mevcuttur.
Şimdi diyeceksiniz ki, ortaya birçok program kondu ama yine bir şey değişmedi, bu yüzden de programın bir önemi yok. Evet, son dönemlerde ve özellikle de seçim dönemlerinde birçok programla karşı karşıya kaldık ve bu programlar hiçbir şeyi değiştirmedi. Bu her ne kadar doğru olsa da, ortaya konan programlarda, sözü geçen toplumsal katmanın korkularına cevap verecek ana meselenin pratik boyutu ısrarla devre dışı bırakıldı. O da şuydu: kaynakların kimin yararına ve nasıl bölüşeceği ile ilgili somut bir siyasi program geliştirilemedi. Özellikle de solun oluşturacağı siyasi programın temelinde kaynakların ne olduğu, nasıl geliştirileceği ve kimin yararına kullanılacağı en temel unsurlardan birisi olması gerekirken bu konuda gerekli ciddiyet sergilenmedi. Gerek temiz toplum vizyonunu ortaya koyanlar, gerekse de merkez sol, ekonomik bölüşümün nasıl olacağı ile ilgili herhangi somut bir program oraya koyamadı. Bunun sonucunda ise ortaya konan programlar parti tabanları ve toplumda mağdur olan kesimler tarafından benimsenmedi.
Katılımcılık sorunu
Bunun dışında sorunlu olarak niteleyebileceğimiz bir diğer faktörse katılımcılıkla ilgilidir. Merkez sol, sistemin içerisindeki mağdur kesimlerin, karar alma mekanizmalarına yeterli katılımını sağlayamamıştır – burada katılım derken programların ve politikaların oluşumunda, mağdur kesimleri düzgün bir biçimde temsil eden bireylerin oluşması ve kadrolarda yer almasını kast ediyorum. Bunun bir nedeni de merkez soldaki siyasi partilerin feodal denebilecek bir yapıya bürünmeleridir. Bir zamanlar ailelerine ve hatta toplumun geneline ters düşecek görüşleri benimseyen işçi veya çiftçi ailelerinin ilerici gençleri tarafından kurulan sol partilerin birçoğu bugün itibariyle, aynı kişilerin çocukları, akrabaları ile donanmıştır. Yani partili olmak aile veya toplum ile ters düşmekten ziyade aileye ve topluma uyum sağlamaya dönüşmüştür. Bu da, partilerin kuruluşlarına kıyasla daha feodal bir yapıyı anımsatmaktadır.
Ayrıca parti kadrolarında yer alan bireyler genelde orta/üst sınıfta yer alan heteroseksüel erkeklerdir. Kadınlar, tek ebeveynler, işsizler, LGBT bireyler, alt tabakada yer alanlar, partilerin yönetim kadrolarında yoktur. Kısacası merkez sol, sol olarak dert edinmesi ve korkularına cevap vermesi gereken kitleyi kadrolarına dahil edememiştir. Bu da kısmen de olsa, önceden ortaya konulan siyasi programların bu kesimlerin korkularına neden cevap vermediğini ve bu kesimler tarafından neden sahiplenilmediğini açıklıyor.
Bir diğer problem ise merkez partilerde aktif şekilde yer alanların partiyi bir kurum değil de bir aile gibi algılamasıdır – hem de ataerkil bir aile olarak. Ancak parti gibi siyasi bir kurumu aile gibi düşündüğümüz zaman ortaya sorunlu bir yapı çıkmaktadır. Şöyle ki, parti bir kurum olarak belli toplumsal amaçlara hizmet etmesi gerekirken zaman zaman kendi içinde amaç haline gelebilmektedir. Tıpkı bir ailenin kendi içinde “anlamlı” ve “güzel” olması gibi partiler de böyle düşünülmektedir. Oysa partiler topluma yaptıkları katkılar ölçütünde güzel ve anlamlı olabilir. Bunu yapmadıkları zaman hiçbir anlamı ve değeri kalmaz.
Bunu unuttuğumuz zaman “ben bu partiye yıllarımı verdim, sabah akşam çalıştım, işsiz kaldım” gibi söylemler her şeyi yapmak için bahane olabilir. Dahası herkes bir diğerinden daha çok emek verdiği sanısına kapılıp, daha fazla söz hakkına sahip olduğunu da düşünebilir (ve düşünmektedir). Bunun sonucunda kimse birbirinin söylediğine itibar etmez hale gelir. Ortaya atılan fikirler/projeler “sen kimsin de partiye fikir vereceksin” edasıyla değerlendirilir ve böylece fikirler giderek önemsizleşir. Ataerkil ailelerde olduğu gibi önemli olan sadece “baba”nın fikri olur ve geriye kalanlar karar almada pek de fikir beyan edemez hale gelir. Bu da merkez solu katılımcılık açısından oldukça sıkıntılı bir hale sokar.
Sonuç olarak gerek merkez sol, gerekse de temiz toplum vizyonu altında örgütlenenler, toplumda gün geçtikçe genişleyen ve mağdur olan kitlenin korkularını anlamakta ve cevap vermekte zorlanmaktadır. Seçimlerin ardından apaçık bir hal alan “siyasi partilere güven kalmadı” olgusu da bununla yakından ilintilidir. Mağdur olan kitleyi belirlemeden ve bu kitlenin korkularına cevap verecek somut projeleri ortaya koymadan ne eski ne de yeni oluşumlar kendilerini toplumun kurtarıcısı olarak ilan etme hakkına sahiptir. Güven problemini aşabilmenin yolu kaynakların nasıl ve kimin yararına bölüşüleceği gibi sorulara cevap veren somut projelerle mümkündür. Merkez soldaki partiler ise ayrıca feodal yapısından kurtulmalı, parti içerisinde aktif olanlar partiyi bir aile gibi düşünmekten vazgeçmelidir. Aksi, belki partilerin veya bireylerin kazanmasını sağlayabilir ancak kaybeden yine bu toplum olur…