ŞEHİR: BİR YÜZEN GÖSTERGE

Neşe Yaşın

Şehir, Lefkoşa’dır benim için. Çocukluğumun sokaklarında dolandığı yer... Şiir de bellektir zaten. Şehir belleğin, bellek şiirin evidir. Başka şehirlerde olsam bile Lefkoşa’yı dolanırım hayallerimde. Ruhumun tahtına yerleştirmişimdir onu. Bir şeye aitsem ona aitimdir.

Trajik bir hikâyesi vardır benim şehrimin. İkiye bölünmüştür ortasından. Bu ruhumun da bölünmesi gibidir adeta. Sınırı görmen gerekmez. Şehrin neresinde olursan ol hissedersin bunu... Hele yakın bir geçmişte, şehrin bir yarısının öteki yarısına dokunmasının yasak olduğu o günlerde bedenimde, tüm hücrelerimde duyumsardım bölünmüşlüğü... Rüyalarımda şehrin yasak yarısını dolanır; bizden esirgenmiş olanı yaşamanın heyecanıyla ürperirdim. Bir süre sonra dayanamayıp üç uçak değiştirir ve ortasında üç ordu bulunan şehrimin bir yarısından öbür yarısına ulaşır, dünyanın en uzun elli metresini aşmış olurdum böylece.

Şehrim şiirlerime dokunmuştur hep; dizelere dönüşüp düşmüştür peşime. Sokakları bana büyülü sözcükler fısıldamış, insanları tanıdık acılar ve mutluluklar sunmuştur. Şehir üstüme gelmiş; bunalmıştır beni kimi kez... Buna rağmen büyük bir aşktır bizimkisi.

Şehrin bir ruhu vardır. Dertleşip durur benimle. Benim şehrim, hem Türkçe hem Rumca konuşur. Birbirini acıtarak, saldırarak konuşur bu dilleri... İşte ben şiirde onun bu farklı seslerini barıştırmak istemişimdir. Şehir bir bütünmüş gibi dizelerden kanat takıp uçmuşumdur üzerinden.

Şehir, kimliğini en çok verendir sana. Sokaklarında seni biçimlendirendir. Şiir de uçarı çocuğudur şehrin. Ona kafa tutar, direnir ama bir yandan da içten içe kurar aidiyetini. Şehir biraz da şairin kendi oluverir, tüm kötülükleri ve masumiyetiyle...

Bu şehirdeki çocukluğum benimle yaşar hep. Bellek denen o sınırsız ülke renkleri, kokuları ve sesleriyle ziyaret eder beni. Hayat hikayemi duvarlarına, surlarına, göklerine kazımıştır.

Sanırım her şair benzer bir deneyim yaşar. Bir şiir yazarsın ve bir süre sonra “Ben bunu nasıl yazdım? Bu imgeler bana nereden geldi?” diye düşünürsün. Bellektir bütün bunları veren. Karmaşık bir mekanizmadır bu... Şehir önemli bir parçasıdır belleğin... Sayısız deneyimin mekânıdır.

Şehir bir canlı gibidir çoğu kez şairin kavrayışında. Bir adı, bir kişiliği, bir hayatı vardır. Onunla özenli bir iletişim kurmak gerekir. İnsanın içini acıtır, kalbini kırar ya da sevindirir onu. Şehre dair böylesi bir tahayyül vardır. İsmiyle, renkleriyle var olur şehir, belleğin kişiler albümünde.

Şehir, zalimdir çoğu kez. Bazen ise kucaklar ve avutur şair çocuğunu. Sokakları işaretlerle doludur. Şehir bir “yüzen gösterge”dir.

Benim şehrim Lefkoşa’dır. Belleğime cinayetler, kurşun sesleri salmıştır. Üzgündür, yaralıdır benim şehrim... Ortasından “hiçkimsenin ülkesi”, “ölü bölge” geçer. Sayısız acılar çekmiş, işgaller, yıkımlar görmüştür. Şenlikler yaşadığı, mutluluk anları da olmuştur kuşkusuz.

Benim şehrim Lefkoşa’dır.  Hangi şehre gitsem ardımdan gelir... Orada doğmuşumdur. Şehri dolaşmaya çıkar ve önünden geçerim sık sık, dünyaya ilk kez baktığım o kliniğin... O günü hayal edip dururum. Annemin yüzünü, babamı... Kendi anlatımı kurarım doğduğum güne dair.

Londra’da bir Kıbrıslı kadınla karşılaşmıştım. Özürlü bir kız çocuğu vardı. Kızıyla aynı gün doğduğumu; klinikte annemle aynı odada yattıklarını, beşiklerimizin yanyana olduğunu söylemişti. Doğduğum güne dair bu bilgi sarsmıştı beni. O kızı bir biçimde hep içimde taşıdığımı; hayatın hem şanslı hem de şanssız bir marjininde durduğumu hissetmiştim.

Benim şehrim Lefkoşa’dır. Yarım bir şehir, yaralı bir şehirdir o... Sokakları sonsuz istilalar görmüştür. Şehrin tarihçileri ona dair gizemli hikâyeler anlatmışlardır bize...

Bir zamanlar şehrin kuşları ve kedilerine takmıştım ben de. Lefkoşa’nın ulaşılmaz öteki yarısına bakarken kuşlar ve kedilerin ne denli ayrıcalıklı ve özgür olduğunu; şehri ikiye bölen dikenli telleri, içi kum dolu torbaları, varilleri aşıp gittiklerini düşünmüş ve şu dizeleri yazmıştım:

Herkese söyleyeceğim yasak adını

Barikattaki polislere bile

Yürüyüp geçeceğim sonra

Bir kedi kılığında

Bekle beni

Kucağına al

Türkçe “miyav” diyeceğim sana.

Şehrimin sokaklarında dolanırken şiirler ıslatmıştır saçlarımı. Düşünmüşümdür hep, şu aynı renk şapkalarıyla ortalıkta gezen turist gruplarının ne kadar da anlamadan baktıklarını şehirlere... Onların ruhunu, gizlerini göremediklerini... Şehre sonradan gelen konukların, ara sokaklarda yoksul hayatlar süren göçmenlerin de farklı bir iletişimi vardır onunla. Şehrin içinde doğanlar, ömrünü ona verenlerinki gibi değildir bu ilişki... O şehrin sokaklarında koşuşturan yaramaz çocukların beyaz saçlı adamlara, yorgun ve bıkkın kadınlara dönüştüğünü görmemişlerdir.  Şehir onların bedeni ve ruhu olmamış; onun akışını hissetmemişlerdir. Şehrin üzerinden kurşunlar yağar,  jetler uçarken yataklarında korkuyla titrememişlerdir.

Yeni bir şehirle tanış olmak da çok heyecan vericidir. Her şehir bir biçimde konuşur konuklarına. Bazen karşılıklı bir aşk yaşanır. Bazen de yabancılaşırlarlar birbirlerine. Daha uzun tanışıklıklar gerekir bağlar kurmak için.

Şehir değişir...  Canlıdır; bir hayatı vardır ve değişmesi kaçınılmazdır kuşkusuz. Ama içini acıtır çoğu kez bu değişim. Çocukluğunun mekânlarını ararsın. Şehrin sokaklarını tanıyamazsın ve geçmişteki o güzel arkadaşını öldürüp yerine geçen bu yabancı ürkütür seni. Kimilerinin onu sevmediğini, paranın ve kendi kişisel refahlarının peşinde olduklarını gözlemlersin.

Aslında oldukça da yanıltıcıdır bu nostalji. Özlediğin geçmiş aslında olmayan bir geçmiştir. Belki de şehrin kendi değil bir zamanlarki genç halindir özlediğin. Bir olmayan geçmiş kurgusu içinde acı çekersin.

Şehrin sana analttıklarını bilemez ki başkaları.  Bunları işitir ve şiir yapıp sen sunarsın onlara... Şehrin söylediği öylesine derin, öylesine karmaşıktır ki şiirden başka birşey dillendiremez onu...  Bütün diğer yazın türleri yetersiz kalır. Şehir ve şairleri arasındaki özel bir ilişkidir. Şairleri varsa ruhunu duyurabilir ancak bir şehir. Şairlerine fısıldar en karmaşık iç hallerini, en derin sırlarını...

Gün gelir şehrin eski bir sokağında artık başka bir mekâna dönüşmüş bir klinikte doğan şair ölür... Belki dünyanın başka bir yerinde gerçekleşir bu; belki de ölmeye döndüğü şehrinde... Bunun acısını duyarsa şehir duyar en çok. Şehir, o çileli, bilge ihtiyar kederle sarıp sarmalar ve kendine gömer onu; kendinin bir parçası yapar...

İşte o gün şair olur şehir ve şair şehir olur.