“Dünya artık devletlerini lağvetmeli ve şehirlerin yönetimine dönmeli” diyor bir siyaset bilimci. Şehirler çoğul etnik grupların birbiriyle yaşaması için daha uygun diye de ekliyor. Yani ülkelerin milliyetleri ve ırkları varken, Lefkoşa’da Kıbrıslı Rum da, Kıbrıslı Türk de, Türk de, Yunan da, Ermeni de, Yahudi de Lefkoşalı olabiliyor. Çünkü Lefkoşa’nın ırkları değil o şehri kendine ev benimsemiş insanları, yani Lefkoşalıları var.
Şehirde yaşamanın böylesine demokratik potansiyelleri varken, ülkemizin bu potansiyeli hayata geçirecek adımları atmada ciddi sorunları var. Şehirleri, insanların yaşamaktan mutlu olacağı ve kapısını açtığında dışarı çıkmak için heyecanlanacağı mekânlar haline getirmekte başarısız oluyoruz.
Genellikle de bu başarısızlığı mali sıkıntılara, yani şehrin sorunlarına bağlıyoruz. Hâlbuki Brezilya’dan Rio De Janeiro’ya kadar uzanan bir sıra şehrin kentsel sorunlarına ‘tuhaf’ çözümler üreten, kentsel tasarım uzmanı Jamie Lerner’ bize şehir sorun olduğunu değil, şehir çözümün ta kendisidir olduğunu söylüyor. Ve yaşadığımız bu mekânları daha yaşanılabilir kılmak için bizlere bazı ipuçları veriyor.
“GERİ DÖNÜŞÜM ÇOCUKLARLA BAŞLAR”
Lerner’e göre şehirler sadece ülkeler için değil, aynı zamanda küresel ısınma ve dolayısıyla dünyamız için de çözüm olabilir. Küresel ısınmayı önlemek amacıyla karbon salınımını azaltma mücadelesi şehirlerde başlamalı, ayrıştırma, geri dönüşüm ve yeniden kullanma gibi gezegenin geleceğini belirleyecek konuların adımları yine buralarda atılmalı.
Kompost ve geri dönüşüm için ayrıştırmaya çocukları eğiterek başlanmalı deniliyor seminerde. Brezilya’nın Curitiva şehrinde geri dönüşüm için başlattıkları kampanya için farklı bir yol izlediklerinden bahsediliyor. İlkokul müfredatı içerisine ayrıştırmayı yerleştiriyorlar. Bu sayede atılan çöplerin ayrıştırılması ve geri dönüşümünde dünyanın en yüksek oranı olan %70’e ulaşıyorlar.
Başarının tanımı ise basitçe şöyle özetleniyor: “Siz çocuklara öğretirseniz, onlar da anne babalarına öğretir.” Çocuklar okulda öğrendikleri adımların aileleri tarafından da uygulanması için sürükleyici faktör oluyorlar.
“OTOMOBİL PARTİYİ TERKETMEYEN BİR MİSAFİR”
Karbon salınımını azaltmanın bir sonraki ve en önemli adımı ise bireysel otomobil kullanımını azaltmak. Bu yıl kasım ayında denize girebildiğimiz bir iklim kaymasını yaşarken, artık bizlerin de Kıbrıs’ta “araba bizim kültürümüzdür” diyerek toplu taşıma sistemlerine bütçe ayırmama lüksümüz yok.
Metrobüs uygulamasının ilk örneklerinden birini kendi kentinde başlatan Jamie Lerner, otomobili evinizde yaptığınız partiye gelen bir misafir olarak tanımlıyor. Parti devam ediyor ve bitiyor. Masalar kaldırılıyor, sandalyeler devriliyor. Ama otomobil o partiyi hiç terk etmiyor. Dahası çok içiyor, tüketiyor ve etrafa zarar veriyor. Bunun da ötesinde çok talepkâr: Sürekli daha fazla yol, daha fazla altyapı istiyor. Otobüs ve minibüsler ise öyle değil. Tek başına birçok insanı taşıyor ve şehrin daha fazla insan tarafından kullanılabilmesini sağlıyor.
Bu benzetmeden yola çıkarak Lerner bizlere araba ile ilişkimizin kaynanamızla olan ilişkimiz gibi olması gerektiğini öğütlüyor: “Kaynananızla iyi ilişkileriniz olmalı, fakat hayatınızdaki tek kadın kaynananız ise orada ciddi bir sorun var demektir.”
Bu metaforu ülkemize uygularsak, neredeyse tüm şehirlerimizde otomobillerimizle (yani kaynanamızla) evlendiğimizi söylemek pek de yanlış olmayacaktır. Sürekli artan bir otomobil kullanımı ve bu kullanımın talep ettiği ihtiyaçları şehirlerimizde karşılamamız pek de mümkün değil. Bu sebepten dolayı özellikle minibüs kullanımını artırmalı, yaya ve bisiklet kullanımı gibi ulaşım alternatiflerini güçlendirmeliyiz. Ve kafamızdaki “bizim ülkemizde toplu taşıma çalışmaz” önyargılarını kırarak, çalışacak toplu taşıma sistemlerini kurgulamalıyız.
PROJELER KENDİ BÜTÇESİNİ OLUŞTURUR
“Her gittiğim kentte, her konuştuğum belediye başkanı ilk önce bana bütçesel sıkıntıları olduğunu ve şehrin karmaşıklığının bu adımları atmada kendine imkan sağlamadığını söylüyor.” diye yakınıyor Lerner. Hâlbuki kendi tecrübelerine göre bir şehir 3 yıl içerisinde gelişebilir ve değişim sokaklarda hissedilebilir. Bu değişim için ise bütçeye gerek yok. İhtiyaç olan o şehrin sorunlarına uygun yapılmış projelendirme, planlama ve irade.
90’lı yıllarda Sovyetler Birliğine yaptığı bir park projesi ise bunun için önemli bir örnek. Aniden birliğin dağılması ve bütçelerinden bir sıfırın eksilmesi kendilerini daha yaratıcı çözümler bulmaya teşvik ediyor ve projeyi tamamlamayı başarabiliyorlar. Yokluktan ortaya çıkan yaratıcı fikirler ise parkın daha da güzel inşa edilmesini sağlıyor.
Sonuçta her şehrin sorunları var. Ve neredeyse tüm şehirlerde öne sürülen bahane ise böyle projelere ayıracak bütçesinin olmadığı. Ama bizler biliyoruz: “Şehir sorun değil, şehir çözümün kendisidir” Ve böylesi projeler her zaman ekonomik akıl ile kendi kendini finans edecek potansiyeli beraberinde getirir.
Yeter ki dünyadaki benzer süreçleri incelemeyip ders çıkaralım.
Yeter ki ortaya planlarımızı, programımızı ve irademizi koyalım.
Yeter ki şehirde problem değil, çözüm olma vizyonunu seçelim.