Tekke Bahçesi şehitliğinde gerek Kayıplar Komitesi’nin, gerekse Cumhurbaşkanlığı’nın yürütmüş olduğu kazılarda skandal üstüne skandal yaşanırken, 1974 yılındaki savaşta ilk öldürülen mücahit komutanlarından, sevilen tarih öğretmeni Ecvet Yusuf’un kendi adını taşıyan mezarda değil, başka bir beş kişilik mezarda kalıntılarının bulunması, gerek ailesinde, gerekse toplumda infial yarattı. Ecvet Yusuf’un oğlu Harper Orhon, oldukça dokunaklı bir yazı kaleme alarak sosyal medya sayfasında paylaştı ve duygularını dile getirdi…
“Şehit Ecvet Yusuf, bir mezarda beş şehit, bir mezarda 45 yıllık şaka” başlıklı bu yazı çok önemli bir yazı – babasını savaşta kaybetmiş bir çocuğun duygularını aktarmakla kalmıyor, aynı zamanda yaşananların yarattığı yıkımı yansıtıyor ve tarihi bir belge niteliği taşıyor…
Harper Orhon’un ve ailesinin acısını paylaşırken, bu önemli yazısını da iktibas etmek istiyoruz…
Harper Orhon, yürekten kopup gelen sözcükleriyle şöyle yazıyor:
“TMT örgütünün silahlarından sorumlu ve silahlar konusunda eğitim veren bir mensubu. 1963’te kurulan mücahitlerden oluşan kişilerin komutanı. Bu komutanlar arasında ender bir durum olan üniversite mensubu bir kişi. Tarih hocası. Ankara Dil Tarih ve Coğrafya Üniversitesi mezunu. 1974’ün ilk şehidi 55nci bölük komutanı. Tüm hayatını Kıbrıs Türk halkının mücadelesine adamış hatta oğlunun (yani benim) adını HARP- ER olarak koyacak kadar mücadeleci bir insan. Soyadını ORHON Türklerinden alacak kadar milliyetçi bir ailenin üyesi. Hayatını hiçe sayarak diğer birçok TMT komutanları gibi saklanmayarak feda eden bir insan. Kısaca tam bir milliyetçi.
1963 olaylarının hemen ardından kurulan birliklerin birinde komutandı. Sonradan 44ncü bölük olmuştu. Geçen aylarda Osman Balıkçıoğlu’nun bir paylaşımından öğrendik. Aylarca maaşlarının yarısını bölükteki mücahitler yemek yiyebilsinler diye almamışlar. “Biz evimize gidip yemek yiyebiliyoruz ama bu çocuklar (mücahitler) bir şey yiyemiyorlar maaşlarımızın yarısını koyup onlara yemek yedirelim” demiş Osman Abiye, o da kabul etmiş ve aylarca birileri Ankara’da göl başında ördek avlarken maaşım az 150 lira yetmiyor 200 yapın diye feryat ederken onlar aldıkları 30 liranın 15 lirasını bölüğe bırakacak kadar askerine sahip çıkan bir komutan.
Şimdi anlıyorum babam Hammal’ın Hüseyin’in kahvesine (Horozcular kahvehanesi olarak da bilinirdi) girdiğinde neden insanların ayağa kalktığını - korkudan değil, yanlış anlamayın sevgiden, saygıdan. Neden bir çok mücahit babamın bölüğünde görev yapmak istemelerinin nedenini. O şehit olduktan sonra neden insanların bana çok saygı gösterdiklerini.
Ecvet Yusuf eşi ve çocuklarıyla...
20 Temmuz günü arızalanan bir A-4 makineli tüfeğinin arızasını gidermek için mevziye giren ve orada keskin nişancı atışı ile mazgaldan giren bir dum dum (domuzlara atılan ve beden içinde patlayan bir mermi türü) kurşunu ile yaşamını yitiren babam. Ateşkesin yürürlüğe girmesinden bir kaç gün sonra Kıbrıs’a inen birliklerin generallerinin ve diğer üst düzey komutanlarının evimize gelerek taziyelerini bildirecek kadar önemli gördükleri bir subay.
Savaşın sürdüğü günlerde şehitlerin gömülmesi gerekiyordu. Bu nedenle Lefkoşa’nın içindeki Tekke Bahçesi Şehitliği’ne beş beş gömüldüler. Aradan beş altı ay geçtikten ve ortalık sakinleştikten sonra bu mezarlar açılmış ve bu beş beş gömülen şehitler ayrılarak tek tek gömüldüler. Daha doğrusu bizlere öyle söylediler.
Her şey Kayıplar Komitesi’ne yapılan bir başvuru ile başladı ve KKTC Cumhurbaşkanlığının titiz çalışması ile bazı mezarlar açıldı. Bir kişiye ait olması gereken mezardan beş kişi çıktı. Bu kişilerin DNA çalışması sonrasında başka mezarda olduğu yazılan kişilerin olması kafaları karıştırdı ve birkaç mezar daha açıldı. Bu mezarlardan birinde biliyorsunuz yıllarca kayıp olduğu söylenen 1963 olaylarının şehitlerinden Hüseyin Ruso da çıktı.
Bizler de bu araştırmalar sonucunda bizim babamız da gerçekten isminin yazılı olduğu mezarda yatıp yatmadığından şüphe etmeye başladık. Bu konuyu buradan sizlerle birkaç kez paylaştım da hatta. Bu nedenle de Kayıp Şahıslar Komitesi’ne gidip DNA örneği verdik.
Geçen günlerde Cumhurbaşkanlığından arandık - beni, ablamı ve annemi oraya çağırdılar. Cumhurbaşkanı Akıncı’yı çocukluğumdan beri tanıyorum. Halamın yakın arkadaşlarıydı eşi Meral ablamız ve kendisi. Bizi Sadrazam albay karşıladı. Başkanın odasına girince Kayıp Şahıslar Komitesi’nin başkanı ve daha önceden yine orada çalıştığını bildiğim bayanı görünce konuyu anladım. Başkanla tokalaşıp hatır gönül sohbetinden sonra konuya başkan girdi.
Bizlerin DNA’sı ile % 99.96 olan ve babamın diğer belirgin özellikleri ile tam uyuşan (altın diş, dişlerde bulunan köprü ve bir de porselen dişin olduğu uyuşmayla beraber askeri üniforması gibi ) bir kişinin kemiklerinin beş kişilik mezarların birinde bulunduğunu bizlere söyledi. Teknik açıklamayı da K.Ş.K.’den bir yetkili bizlere açıkladı. Bu açıklama sırasında bazı fotoğrafları da gördük.
Sonuç olarak 1974’ten beridir gidip üzerine çiçek koyduğumuz, annemin dua okuduğu, benim çocukluk ve gençlik çağımda dertlerimi anlattığım babamın mezarının aslında babamın mezarı olmadığını öğrendik. Ne düşüneceğimi bilmiyorum. Hayatımda hiç düşünemeyeceğim olaylar duygular yaşıyorum. Babamın yüzünü hep duvarda aslı resminden hatırlıyorum. Bugün bir kafatasına ve bir çok kemiğe baktım ve üzerinden çıkan emarelere. Asker olduğu giydiği giysilerden belli oluyordu dedi Sadrazam Albay.
Eniştem söylemişti bize, baban şehit oldu demişti. Kendisi psikolog doktordu. Sedat Baker. Yıkılmıştım, en sevdiğim insana bir kez daha sarılamayacaktım. Onu bir kez daha göremeyecektim. Korktuğumda sığındığım limanım yıkılmıştı. Aylarca kan işediğimi hatırlıyorum. Kolay olmadı onu kaybettiğimi kabullenmem. Sık sık babama gidiyordum. Tam beş kişi yatıyorlardı bir mezarda. Sonra bir gün ayırdılar onları. Annemle gittik sonra mezarına, babam artık tek başına yatıyordu. Ona gidiyordum artık. Nenem o mezara gidip oğluna dua ediyordu. Selma halam Türkiye’den geldikten sonra ilk ziyaret ettiği yerdi babamın kabri. Duygu halam ona gidip konuşuyordu, evden kestiği mersin dallarını abisinin kabri sandığı mezara koyuyordu. Biz bayramlarda oraya gidiyorduk, annem ayak ucuna geçip ellerini açarak duasını ediyordu. Bir asker gelmişti yıllar sonra Finlandiya’dan, Kıbrıs’ta BM askeri olarak görev yapmıştı, babamın şehit olduğunu duymuş, babamı ziyarete onu o kabrin başına götürdüm. Kendi dilinde duasını okuyup haç çıkartmıştı. Gözlerinden birkaç damla yaş akmıştı. Babam 44ncü bölükteyken tanışmışlar. Ben çocuklarımı götürdüm o kabre “Bakın burada benim babam, sizin de dedeniz yatıyor” dedim. Küçücük elleri ile dedelerine çiçek koydu çocuklarım. Şimdi nasıl derim 10 yaşındaki kızıma deden orada yatmıyormuş birileri bize şaka yapmış, deden aslında başka bir mezarda yatıyormuş. Nasıl anlatabilirim bu 45 yıllık şakayı?
Bir gece geldiler anneme amcamla beraber bir kişi elinde bir plan ile. Nereye gömülmesini istersin eşinizin diye sordular anneme. Ortadaki anıtın Atatürk büstünün sağına demiş annem. Sonra oraya gömdüler annemin dediği yere. Biz şimdi öğreniyoruz ki aslında onu ilk gömüldüğü mezardan çıkartmamışlar.
Aklımda deli sorular. Kime kızayım, kime hesap sorayım. İnsan babasını bir kez gömer ben ikinci kez nasıl gömerim babamı?
Kim bu şehitler ayrılsın diye karar üretti. Kalsaydılar beş şehit beraber. Ne önemi vardı onlar da aynı kaderi paylaşmış şehitlerdi. Onlar babamın yol arkadaşı oldular. Bir çiçek yerine beş çiçek götürürdük ya da bir çiçeği beş şehit paylaşırdı. Ölümü paylaşmışlardı, mezarı paylaşmışlardı, bir çiçeği mi paylaşmayacaklardı. Hem onların aileleri de geldiğinde babam da onların çiçeğini paylaşacaktı? Bir dua edilecekti hepsine ya da her birine birer dua edilecekti. Nenem okunmuş suyu dökerken bir litre yerine beş litre dökecekti hepsi de onun oğlu olacaktı. Ve orada yatan diğer dört kişi de benim amcam olacaklardı. Hepsine helal edeceklerdi dualarını.
İlk şüphelerde yok dedim başkasına olabilir de ECVET YUSUF’a yapmazlar dedim. Diğer şehitleri küçümsediğimden değil. Ona duyulan saygıdan, seveni çok olduğundan, amcamın o günlerde bakan olmasından böyle bir ihtimal olmaz derken içimden de Acaba diye sorular geçiyordu ve Ali Zeybekoğlu’na da bu şüphemi söylemiştim yıllar öncesinden? Nereden mi biliyordum? Sadece bu ülkenin yalanlar üzerine kurulmasından dolayı biliyordum. Çünkü bu zihniyet şehitleri kullanırken aslında onların maneviyatına saygı duymadıklarını bilmemden dolayı şüpheleniyordum.
Şehitleri ayırma emrini kim neden verdi?
Kim bu emre karşı çıktı?
Kim hangi insiyatifle bu mezarları ayırmadığı halde ayırdık dedi?
Kimler bu yalanı biliyordu?
Bizlere bu yalanı neden söylediler?
Bu yalanla varılmaya çalışılan amaç ne idi?
Neden bu acıyı bize tekrar yaşattılar?
Aklımda deli deli sorular. Neresinden baksam anlamsız. Hangi duygu ile böyle bir şaka yapılır ki insana!
Tam 45 yıllık bir şaka mı bu?
Bu gün bir Nisan mı?
Bu yaşadıklarım bir rüya mı? Kim bana Nisan bir diyecek? Kim beni bu rüyadan uyandıracak? Kim elimi cimcikleyecek? Bu rüyadan nasıl uyanacağım?
Kimseden nefret etmiyorum. Kimseden iğrenmiyorum. Kimseye öfke duymuyorum ama kızgınım. Sinirliyim, asabiyim.
Peki ama benim babamın olduğu söylendiği mezarda kim yatıyor?
1980 yılında bu şehitlikten taşınan şehitler kim? Tam onbir şehit. Onların çocukları da babalarının mezarından eminler mi? Yoksa bu şaka onlara da mı yapıldı?
Ben yıllarca kime gidip konuştum, kime gözyaşlarımı akıttım. O babamın olduğu söyledikleri mezarda kim yatıyor?
Başka bir şehit mi?
Belki bir Türk kayıp?
Belki bir Rum kayıp?
Belki boş bir mezar?
Ne farkeder kimin yattığı, benim dertlerime ortak olmuş, nenemin döktüğü okunmuş su ona helal olmuş. Anamın Yasin duası, eşimin Fatihası helal olmuş. Kim isterse yatsın o mezarda bir başka şehit, nasıl şehit olmuş ne önemi var, belki de bir Rum kayıp başka bir dinden, ne fark eder Allah bir olduktan sonra ona da helal olur. Ne de olsa bu topraklarda can vermiş bir insan o da. Yıllarca hiç tanımadığım bu insan benim babam olmuş. Beni o dinlemiş belki de kendi çocukları ile olan özlemini benimle gidermiştir. Belki de oraya gitmemi o dört gözle beklemiştir. Babamın beni başka mezarda beklediği gibi o da kendi öz çocuklarını beklemekten usanmıştır. Kim bilir, belki de ne vefasız çocuklar, beni hiç ziyaret etmiyor ama bu çocuk her kimse bana geliyor demiştir. Ya babam! Acaba ben o şehitliğe gittiğimde başkası ile konuşurken beni görüyor muydu? Yoksa “Ne vefasız insanlarmış eşim bildiğim kadın. Onu daha çocukken sevmiştim. Ne kötülüğümü gördü ki gelmiyor? Ya kızım! O daha doğmadan almıştım ona akordiyonunu, ilk çocuğumun kız olacağını biliyordum, çalmasını isterdim kızımın, o nedenle aldım ona akordiyonu. Herşeyi bildim de bu kadar vefasız olabileceğini nasıl bilemedim! Peki oğlum, kucağımdan inmeyen densiz oğlum. Camları kıran, ne eli ne ayağı duran haşarı oğlum. Ona karşı ne yaptım ki gelmiyorlar beni ziyarete?” diye düşünmüş müdür acaba? “Ya diğer ailem, anam, beni bacaklarının arasından acı ile çıkartan aylarca emziren anam. O nerede? Ya kardeşlerim, onlar neden gelmiyor?” diye düşünmüş müdür?
“Ben onlar için öldüm, ben onlar bir daha göç etmesinler, korku içinde yaşamasınlar diye öldüm, ne suç işledim ki gelmiyorlar, onları çok özledim, çıkıp bir bağırsam, bir yol bulsam, ben buradayım burada yatıyorum neden gelmiyorsunuz, ben ne suç işledim de bu cezayı hak ettim?” diye düşünmüş müdür acaba ?
Affet baba bizi, bilmiyorduk. Senin başka bir yerde gömülü olduğunu bilmiyorduk. Bilsek gelmez miydik, sen diye başka bir mezara gidiyorduk affet bizi. AFFET BİZİ…”
(HARPER ORHON – 16.1.2020)
PAZARTESİ DEVAM EDECEK