Metin Erduran
Yıl 1975. Savaşın hemen ertesi yılıydı. Onbeş yaşımı yeni doldurmuştum. Nüfus mübadelesinde sağa sola savrulan göçmenlerden biri idi ailemiz. Biz de Lefkoşa'nın Kızılbaş kentinde, eski mi eski bir Ermeni evinde buluvermiştik kendimizi. Doğduğum büyüdüğüm Baf kasabası geride kalmış ve şimdi Şeherli olmuştuk artık... Lefkoşa'nın havasına, suyuna, insanına ve yeni okulumuz Türk Lisesine tam da alışmak üzereydim ki, babam ikinci bir göçün haberini veriyordu bizlere. Girne’ye taşınıyorduk.
Küçük bir kamyonet dolusu eşya ile Girne'ye taşındığımız günü cok iyi hatırlıyorum. Kasvetli ve halen insanı terleten yazdan kalma bir gündü. Eve vardığımızda ise büyük bir hayal kırıklığı beklemekteydi bizleri. Baf'ta yeni bitmiş, modern bir ev bırakmışken, karşımızda duran evin kapısının üzerinde demirden 1925 tarihi yazıyordu. Nedense kuzeyde, hep çok eski evlerden açılmıştı kısmetimiz. Ama en azından bu babamın seçimi idi, Ermeni evini ise Geçici Yönetim layık görmüştü bize… Çaresiz, bir çırpıda taşıdık eşyamızı bu eski taştan eve… Tüm aile fertlerinde bir burukluk ve durgunluk vardı, babam haricinde. Çünkü babam, ne pahasına olursa olsun Girne’de yaşamayı çok istiyordu ezelden beri...
BAHÇEDE ŞEKER PORTAKALI
Evin geniş bir de bahçesi vardı. Bahçeye attık kendimizi, sanki bir teselli arıyormuşuz gibi… Birkac mandalina ve limon, beş-altı nar, birkaç incir, bir zerdali ve bir de portakal ağacı vardı. Portakal ağacı çekti hemen beni, belki portakalı çok sevdiğim içindi. Biraz bakımsız ama genç bir ağaç olduğu belliydi. Dalları da sarı sarı portakal meyveleri ile dolu ama cılızdı... Belli ki çok ilgilenmemiş bir önceki sahipleri... Hemen bir portakal kesip elimle ayıkladım ve bir solukta indirdim mideme. Çok güzel bir tadı vardı. Meğer şeker portakalıymış cinsi, yani bildiğimiz portakaldan farklıydı biraz... Hiç yememiştim daha önce. Lokum gibi tadı vardı. Bir tane daha kopardım dalından ve yedim onu da ve bir daha bir daha derken midemi davul gibi şişirdiğimi farketmemişim. Bir süre oturup öylece kaldığımı hatırlıyorum şeker portakalı ağacının altında... Toprağına gemiler, uçaklar çizmiştim ve evler v.s… Kalktığımda daha iyi hissediyordum kendimi, moralim de yerine gelmişti sanki... Hem tadını sevmiştim, hem insanı rahatlatan dalını, gövdesini, yapraklarını ve gölge ettiği toprağını... O günden sonra dert ortağım gibi oldu şeker portakalı ağacı... Meyve zamanı, sulama zamanı, budama zamanı gelip geçerken hep ayrı bir değeri vardı benim için. Ne zaman kötü bir haber alsam ve ne zaman üzülsem, bu şeker portakalı ağacının altına gelir, onun altında ağlardım gizlice. Çok sevdiğim dedemi kaybettiğimde de, Üniversite sınavlarını kazanamadığımı öğrendiğimde de ve Baf'taki arkadaşlarımı çok özlediğimde de hep bu ağacın altına gelip teselli aradım. ‘Dedem’ dedim de, o keyifli kış geceleri geldi gözümün önüne birden. Şöminenin önünde büyük bir dikkatle dinlerdim geçmiş hikayelerini... Yaşama dair ne çok şeyler öğrenirdim anlattıklarından. Kuzeye geçtikten birkaç yıl sonra, gözlerini kaybetmişti ne yazık ki. Ee, kolay değildi koca bir Çınarı yerinden koparıp başka bir yere dikmek... Fazlasıyla üzülüyordu atalarının toprağından koparılmaya... Portakal zamanı geldiğinde, mutlaka benden şeker portakalı ister, hikayelere öyle devam ederdi. Yağmur, çamur dinlemeden, eski model bahçe fenerimizi alıp zevkle toplar, kendi elimle ayıklayıp verirdim portakalları dedeme.
ZAMAN İÇİNDE DE O AĞAÇ
Universite ve ardından ihtisas derken yaklaşık on yılım geçti Ankara'da. O zamanlar, biri Şubat, diğeri de yazda olmak üzere iki kez gelebiliyorduk tatile. Cep telefonu, internet falan da ne gezer! Mektupla haberleşiyordum ailemle. Çok da keyifliydi mektuplaşmak hani. Hele ki Kıbrıs’tan gelen bir mektup bulmak posta kutusunda. Hal hatır sorduktan sonra da önce bahçeyi, sonra da yeni aldığımız kırmızı Lancer marka arabayı sorardım mektubumda, nasıllar diye. Çünkü en sevdiğim şeylerdi her ikisi de. Tatile gelir gelmez de soluğu bahçede alırdım ve tabii ki Şeker portakalı ağacımda. Her seferinde de üzerine tırmanır, abartırdım yediğim portakal sayısını yine...
Mezuniyetle birlikte, Mağusa Gülseren Egitim Taburunda buldum kendimi. İki yıl sürdü vatani görev. Subay olduğum için sık sık gelirdim Girne'ye evime. Nar zamanı, incir zamanı, zerdali zamanı derken mutlaka yiyecek bir meyve bulurdum bahçede. Ama Portakalın zamanı olmasa da mutlaka gider bir bakardım şeker portakalı ağacıma. Babam budamasını hiç ihmal etmez, lasanını muntazaman açar ve bolca sulardı onu. Her seferinde de ayağıma yapışan çamurla evi kirletirdim ama kızamazdı biçare annem. Ne de olsa büyük oğlu gelmiş gurbetten...
YENİ HAYAT
Göz açıp kapayıncaya kadar bitmişti askerlik ve sıra ekmek parasına gelmişti.
Devlete yaptığım iş müracaatımda öyle bir bozguna uğramıştım ki soluğu Vakıflar Bankası’nda almıştım. Kendi işimi kuracaktım. Elde yok avuçta yoktu.
Kredi lazımdı bana. Hiç ikiletmeden birkaç günde krediyi onaylattı bana nur içinde yatsın rahmetli Alpay Adanır... Yatırımcı ve girişimciye büyük sempatisi olan bir genel müdürdü. Sonunda, açtım Laboratuvarımı mütevazi bir açılış töreniyle. Annemin yaptığı börekler, pilavunalar, hellimli, zeytinliler ve daha neler neler ve tabii bir de elimle sıktığım şeker portakalı suyu. Bayıla bayıla yeyip içmişti misafirler. Rahmetli Dr. Salih Miroğlu'nun güzel açılış konuşmasıyla da fiilen iş hayatına başlamıştım. Ardından, oğlum Erdoğan doğdu dünyamıza. Annemlerde kalıyorduk halen. Bolca ana sütü içmişti annesinden ve sütten kesilince de sebze çorbası… Doktoru rahmetli Alpay Şah, artık biraz da meyve suyu deyince, adres belliydi yine, benim vefakâr şeker portakalı ağacım. Bol bol toplayıp sıkar, suyunu içirirdik bizim oğlana... Daha sonra küçük oğlum Erdi doğdu. Süt, çorba ve portakal suyu idi onun da içecek menüsü… Ardından, kuzen çocukları, komşu çocukları derken İçmeyen kalmamıştı şeker portakalının tatlı suyunu.
İŞ HAYATI HAYALİ
İş hayatına atıldığım günden itibaren hep bir hayalim vardı. Büyük, modern ve toplumun hayranlığını kazanacak bir laboratuvar binasI yapmak. Bu hayalle yaşadım yıllar boyu... Yirmi yıllık bir çalışmanın sonunda o hayali gerçekleştirmenin zamanı gelmişti artık. Yetenekli mimarIm Ertuğ Ertuğrul’un çizdiği harika bir proje elimde duruyordu. Adama hayalimdeki projeyi tarif etmiştim, o bana hayalimden de güzelini yapıp getirmişti. Ancak, önemli de bir sorunla karşı karşıya idik. Proje çok sevdiğim evimizin bahçesinde yapılacaktı ve ne yazık ki yıllarca gözümüz gibi baktığımız birçok meyve ağacımız sökülmek zorundaydı. Çok zor oldu bu kararı verebilmek. Lakin, inşaatı yapacak olan müteahhide bir şart koşmuştum. Şeker portakalı ağacıma dokunmayacak, onu koruma altına alacaktı. Babam da aynı şartı evin hemen arkasındaki hurma ağacı için koymuştu, "kırmızı çizgim" deyip duruyordu o günün Kıbrıs görüşmecilerinin moda tabiriyle... Yıllar aldı projeyi bitirebilmek... Vee, takvimler 2010 Mayıs ayının onbeşini gösterirken ilk hastalarımız adım atmaya başlamıştı yeni binamızdan içeriye... Çok mutluyduk hepimiz, en çok da ben elbet. Açılış töreni de yapmamıştım bu kez. Davet edemediğim hasta ve dostlarım gücenebilir diye. Bir de tabii, para iyice suyunu çekmişti işin doğrusu... Binanın hemen yan tarafına usta marangozlardan bir ahşap oturma yeri yaptırdım, hastalarım ve ziyaretçilerim keyifle otursunlar diye. Özenle koruyup kolladığım şeker portakalı ağacımın etrafını da bir güzel çerçeveleyip, kurumuş dallarını da budayıp, aşıladım gövdesinden. Yaşatmalıydım onu yaşatabildiğimce.
BEN VE O
Ve yıl 2014. Yine mevsim sonbahar... Eylül’ün yirmisekizi... Doğum günüm bugün ve yine oturuyorum şeker portakalı ağacımla yan yana... Benim saçlarıma aklar düşmüş, ağacım da kurumaya yüz tutmuş iyice... Gövdesi kalınlaşmış, boyu kısalmış ve sakız kusuyor her yerinden. Yine de huzur vermeye devam ediyor bana. Her sabah başlamadan işime, kahvemi onun altında içer, birlikte yaşadığımız acı tatlı anıları canlandırırım gözümde… O, hiç konuşamıyor, görmüyor ve duymuyor olsa da, bu duyu yetisine sahip pek çok insandan cok daha anlayışlı, çok daha cömert, çok daha sabırlı ve huzur verici insana... Sabahları sade kahvemi yudumlarken, şöyle bir binama bakıyorum, bir de ağacıma... Biri hayalim ve geleceğim, diğeri de acı tatlı anılarım ve geçmişim. İkisi de vazgeçilmez benim için ve ikisi de yaşama sevincim...