Bir cenaze töreninden notlar…
“Saygıdeğer ölüler,
Kayıp edildiğiniz zaman sizleri hiç tanımıyordum. Annem de beş yaşındaydı zaten… Sizleri hiçbir fotoğrafta da görmedim… Şimdi bana bu küçük tabutlarda sizden geride kalan ne varsa, onların bulunduğunu, 39 yıllık kemiklerinizin bulunduğunu söylüyorlar… Evlerimizi terketmek zorunda kaldığımız için, tecavüzler için, adaletsizlikler, katliamlar, göçmenler ve işgal için gözyaşları… Hiçbir zaman gerçekleşmeyen bir geriye dönüş için yıllar boyu dökülen gözyaşları… Bugün önümüzde sekiz küçük tabut var, bunlar sizsiniz, en azından DNA öyle söylüyor… Hala tek “kayıp” olan kişi Nitsa teyze… Ondan geride kalanlar hiçbir yerde bulunamadı ancak bu o kadar da önemli değil çünkü ruhları burada, sonsuz yolculuğa hazır ruhları… Savaşın, askerlerin, militarizmin bilinmediği bir yere doğru uçup gidecekler… Gidecekleri yerde işgal sözcüğü bilinmiyor… Gidecekleri yerde dikenli teller de yok…
Sizleri hiç görmemiş, hiç tanımamış birisi olarak size ne söyleyebilirim şimdi?
Şimdi kesinlikle aramızdan ayrılacağınız için size “Hoşçakal” diyebilirim, gözyaşları yok, sözcükler yok, yalnızca basit bir “Hoşçakal” ve hatıranıza sade bir çiçek…
Ben sizleri tanıyacak kadar şanslı değildim, Kostas dedemin köyünü dahi tanımadım. Ancak içimde sizlerden birşeyler olduğunu biliyorum çünkü sizler benim atalarımsınız…
Keşke zamanı geriye alabilseydim ve sizlerle konuşabilseydim ancak bu mümkün değil, herşey sona erdi…
Herşey sona erdi, bir tek uzak hatıralar kalıyor… Yarım ülkemizde aynı adı taşıyan bir hatıra, gururlu Beşparmaklar’ın taş eliyle bize gönderdiği bir mesaj… Dağlardaki tavşankulaklarının, kayalıkların arasında dolaşan rüzgarın bizlere gönderdiği bir mesaj… Geri dönünceye kadar sabırlı olun mesajı…
Toprağınız bol olsun…”
Genç Malvina Zgardeli bu konuşmayı Latça’da, Ayios Eleftheris Kilisesi’nde, sekiz küçük tabutun yanyana dizilmiş olduğu yerde, 21 Nisan 2013 Pazar öğleden sonra yapıyor… Sözcükleri yüreğime dokunuyor çünkü bunları yürekten gelerek, son derece insani biçimde kaleme almış… Sekiz küçük tabutta yatan sekiz kişi adına, her biri adına bir konuşmacı çıkıp bu cenaze töreninde konuşma yapıyor. Malvina’yı diğer konuşmacılardan ayıran insancıllığı, sesindeki samimiyet ve hüzün… Diğer konuşmacılar “yurtseverlikten” bahsederken daha çok, Malvina hiç görmediği, hiç tanımadığı akrabalarına hitap ediyor, bir torun çocuğu olarak…
Malvina, bu tabutlarda kalıntıları bulunan Haralambus Zervos ile Maritsa Zervu’nun torun çocuğu… Haralambus ve Maritsa Zervu’nun oğluları Andreas’tan geride kalanlar da bu tabutlardan birinde bulunuyor. Maritsa 1913 doğumluydu, Haralambos Zervos 1909 doğumluydu – karı kocaydılar. Oğluları Andreas 1940 doğumluydu… Maritsa’nın yaşlı anneciği Elenitsa Çakkari 1890 doğumluydu – ondan geride kalanlar da bu küçük tabutlardan birinde bulunuyor…
Diğer tabutlarda 1917 doğumlu Lulla Kontos, 1948 doğumlu kızı Sotirulla, 1958 doğumlu oğlu Panayotis’ten geride kalanlar bulunuyor. Sotirulla Minareliköy’de (Neahorgo Kitrea) evlerinde öldürüldüğü zaman altı aylık hamile idi… Lulla’nın eşi Andreas Kontos 1913 doğumlu bir çobandı ve Çatoz’da bir başka toplu mezarda bulundu. Andreas Kontos’un dışında kalan bu yedi kişi bulundukları evde öldürülerek Minareliköy’de bir toplu mezara gömülmüşlerdi.
Minareliköy’deki bu toplu mezarı bana ve Kayıplar Komitesi yetkililerine Minareliköy’den bir okurum gösterdi. Eğer bu okurum böylesine insancıl bir hareket yapıp beni arayıp bu toplu mezarın yerini göstermemiş olsaydı, belki de bu toplu mezar hiçbir zaman bulunamayacaktı çünkü Kayıplar Komitesi 2006’lı yıllarda bu alanda kazı yapıp tek bir kemik bularak, toplu mezarı bulamamışlardı ve oradan ayrılmışlardı. Yani kazı yapılmış ve toplu mezar bulunmamış, tek bir kemik bulunmuş, genişleme yapılmadan buradan ayrılmışlardı.
2010 yılında bir gün bir okurum beni arayarak aslında dayısının bu toplu mezarı küçük bir çocukken kendi gözleriyle görmüş olduğunu, Kayıplar Komitesi’nin kazı yapıp da toplu mezarı bulamadığını öğrenince çok üzüldüğünü anlatmıştı. “Sevgül’ü ara hemen” demişti kuzenine, “söyle gelip görsün… Toplu mezar oradadır çünkü çocukken ben bu toplu mezarı gördüm…”
Böylece bana telefon eden Minareliköylü okurumu 16 Eylül 2010 tarihinde görmeye gitmiştim, bana ve Kayıplar Komitesi yetkililerine hem bu toplu mezar yerini, hem de aynı alanda bir başka noktayı göstermişti. Kayıplar Komitesi Kazılar Koordinatörü Okan Oktay da bizimleydi ve bu alanda kazı yapmış olduklarını fakat tek bir kemik bulduklarını, toplu mezarı bulamadıklarını teyit etmişti.
Böylece bu alanda okurumun göstermiş olduğu iki olası gömü yerinde kazılara başlanmış ve hemen ardından bir toplu mezarda yedi Kıbrıslırum’dan, bir diğer gömü yerinde de iki Kıbrıslırum’dan geride kalanlar bulunmuştu. Kazılar devam ederken ben de gidip yürütülmekte olan kazılara bakıyor, bazan oturup arkeologların yürüttüğü kazıyı izliyordum. Bu toplu mezarı ve diğer gömü yerini gösteren okurumun ailesi, arkeologlara ve kazı ekibine iyi bakıyor, onlara kahve yapıyorlar, limonata, çay ve pasta sunuyorlardı… Çok iyi, çok insancıl bir aileydi bu – onların sayesinde daha önce kazı yapılmış da bir şey bulunamamış bu alanda dokuz “kayıp” Kıbrıslırum’dan geride kalanlar yürütülen kazılarda bulunup çıkarılıyordu.
Kontos ve Zervos ailelerinden toplu mezarda bulunmuş olan yedi kişiden geride kalanlar, Çatoz’da bir toplu mezarda bazı Kıbrıslırum “kayıp” askerlerle birlikte gömülü olarak bulunan Andreas Kontos’tan geride kalanlarla birlkte bu sekiz küçük tabutta bulunuyor şimdi… Aynı alanda yine okurumun gösterdiği bir gömü yerinde bulunan diğer iki Kıbrıslırum’dan geride kalanlar ise henüz ailelerine iade edilmemiş, herhalde DNA testlerinin sonuçlarını bekliyorlar… Ancak onların kim olduklarını aşağı yukarı biliyoruz – DNA testleriyle kimliklerinin yüzde yüz bir kesinlikle tespit edilmesini bekleyeceğiz…
Minareliköy’de ve Çatoz’da toplu mezarlarda bulunan bu sekiz kişi için düzenlenen cenaze törenine arkadaşım Maria Yeorgiadu’yla birlikte gidiyorum. Maria’nın da annesi, babası, kızkardeşi ve erkek kardeşi “kayıp”. Bizimle birlikte Minareliköylü (Neahorgo Kitrea) Ksenia da var – Ksenia, Maria’nın erkek kardeşiyle evliydi ve kocası 1974’ten beridir bölgeden “kayıp”… Ksenia biraz karamsar çünkü bunca yıldır sevgili kocasıyla ilgili bir haber beklemeye devam ediyor – Ksenia neredeyse çocuk yaştan beridir çalışan emekçi bir kadın, kocası “kayıp” olunca kızını tek başına yetiştirmek zorunda kalmış. Çok acılı, çok zahmetli bir hayatı olmuş: Kocasını kaybetmiş, evini kaybetmiş, kendisine ait herşey kaybetmiş ve yalnızca güzel kızını yetiştirebilmek için ayakta kalmış…
Konuşmalardan sonra insanlar tabutların üstüne çelenkler koymaya başlıyor. Ben de rengarenk çiçeklerden yapılmış bir çelenk getirdim, gidip onu tabutların üstüne koyuyorum, küçük tabutların üstündeki fotoğraflara bakıyorum… Tabutlara her kim çelenk koyuyorsa, onun adı ya da örgütü anons ediliyor, benim adım da anons edilirken, bu “kayıplar”ın bulunmasına yapmış olduğum katkıdan söz ediliyor, bunun üzerine kilisede büyük bir alkış kopuyor ve derhal çevrem başka “kayıp” yakınları tarafından sarılıyor. Onlar da sevdiklerinden herhangi bir haber bekliyorlar… İsimlerini, telefon numaralarını alıyorum, önümüzdeki haftalarda gidip onları bulacağım, oturup konuşacağız, “kayıp” sevdiklerinin başlarına neler gelmiş olabileceğini ve nereye gömülmüş olabileceklerini araştıracağım…
Minareliköy’deki toplu mezarı bana ve Kayıplar Komitesi yetkililerine göstermiş olan okurum bugün bu cenaze törenine benimle birlikte gelemedi çünkü daha geçen hafta o da sevgili nenesini kaybetti – başsağlığı dilekleri için evine gelenler olacağı için bu cenazeye gelemedi ama en içten selamlarını ve başsağlığı dileklerini Zervos ve Kontos ailelerine gönderdi, belki yakın gelecekte onlarla yüzyüze buluşabilecek…
Cenazeden bir gece öncesi çok gergindim… Sekiz küçük tabutun yanyana sıralanacağını düşündükçe kendimi kötü hissediyorum – benim ailemden olmadıkları, bu “kayıp” şahıslarla hiç tanışmadığım, onları hiç bilmediğim halde gergindim… Uykularım kaçmıştı, yarım saatte bir uyanıyordum, sonuçta uyuyamayacağımı anlayıp kalkıp oturmuştum… Bu “kayıp” şahısların ailelerini tanıyordum çünkü onlarla buluşmuştum, gelip bana ve Kayıplar Komitesi yetkililerine başka olası gömü yerleri göstermişlerdi – toplu mezarın bulunduğu yere birlikte çiçekler koymuştuk…
İşte bugün kilisedeyim, Maria ve Ksenia’yla birlikte durup sekiz küçük tabuta bakıyorum, Maria bana yapılan konuşmaları çeviriyor, anlayabileyim diye… Maria Rodu’nun da burada olduğunu görünce giderek kendimi daha kötü hissetmeye başlıyorum. Maria Rodu, tabutlardan birinde bulunan, altı aylık hamileyken öldürülen Sotirulla’nın kızıydı… İlk kez Maria Rodu’yu görüyorum ve kalbim deliler gibi çarpmaya başlıyor – dışarı çıkmak istiyorum ama yerimden kıpırdayamıyorum… Ellerim buz kesiyor ve kendimi kötü hissediyorum… Küçük Maria’nın öyküsünü yazmıştım, katliamdan sağ çıkmış küçük bir çocuktu Maria Rodu… Bir-iki yaşlarındaydı, annesinin öldürülmüş olduğunu bilmiyordu, annesi öldürüldükten sonra annesinin memesini emmeye devam etmişti… Yakındaki Voni (Gökhan) esir kampından Minareliköy’e (Neahorgo Kitrea) evlerden yiyecek toplamaya getirilen bazı Kıbrıslırum kadınlar onu ölü annesinin memesini emerken bulmuşlar, bu küçük çocuğu alıp Voni kampına götürmüşlerdi. Minareliköy’de evdeki katliamdan sağ kurtulmuştu, küçük bir bebekti, ölü annesi Sotirulla’ya tutunmaya çalışan bir bebek…
İşte burada, babasıyla birlikte duruyor, başsağlığı dileklerini kabul ediyor – gidip elini sıkıyorum… Ne tür kabuslar yaşamış olduğunu, ne kadar çok acı çekmiş olduğunu tahayyül bile edemiyorum, ona verebileceğim tek şey bir başsağlığı ve kalbimden gelen gözyaşlarım…
Maria Rodu’nun yüzü günlerce aklımda kalacak – cenaze töreninden eve döndüğüm gece titremeler ve yüksek ateşle 48 saat titreyerek yatıyorum, sekiz küçük tabutu, savaşla o kadar küçücük bir yaşta yüzyüze gelen Maria Rodu’nun hayatını düşünüyorum… 48 saat boyunca titriyorum, ateşim düşmüyor, birkaç kat battaniye örtünüp yatıp kalıyorum olduğum yerde…
Maria Rodu en azından cenaze töreninde yalnız değildi – yüzlerce insan buraya gelip onun acısını paylaşmış, sevdiklerini son yolculuğuna uğurlayan bu “kayıp” yakınlarının yanında durmuşlardı…
İyileşiyorum ama çok yavaş… Savaşın, insani olan herşeye karşı olduğunu, en korkunç adaletsizliğin savaş olduğunu düşünüyorum…
Bunu atlatmanın tek yolu çalışmaya devam etmek, savaşın ne olduğunun bilinmeyeceği bir ülke için çabalamak, Maria Rodu gibi çocukların henüz hayattayken cehennemlerden geçmeyeceği bir memleket yaratmak… Bunu atlatmanın tek yolu birbirimize insani olarak tutunmak, her birimizin bu adada acılar çektiğini anlamaya çalışmak ve geleceğimizde böylesi acılara yer olmasın diye uğraşmak… Sekiz küçük tabut bize bunları öğretmeli, tabii eğer öğrenmeye istekliysek…