Sen aslında hiçbir zaman hükümet ol(a)madın Abidin!

Aslı Murat

 

“Hükümet krizi” diye tanımlanan sorunu, yıllardır rutin bir şekilde tartışıyoruz.  Her seferinde farklı gerekçeler ortaya atılsa da, hepimizin bildiği bir gerçek var. Kıbrıs’ın kuzeyindeki siyasi sistem hem ekonomik hem de idari olarak Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlıdır ve etken olarak rol almadığımız senaryolara karşı çıkmamız da mümkün değildir. 

1983’te KKTC’nin ilân edilmesinin ardından kurulan Denktaş yönetimi ve UBP iktidarları, uzun bir süre sarsılmadan devam etti. Sistemin temelini oluşturan ganimet dağıtımı, hukuk dışı uygulamalar, belli kesimlere sağlanan ayrıcalıklar, muhaliflerin seslerini susturmaya dönük baskıcı icraatlar ile bugünümüz şekillendirildi. Zaman içerisinde farklı hükümet modelleri denenmiş olsa da, hemen hemen hepsi hüsranla sonuçlandı. Yaratılan kısmi ilerlemeler de KKTC gerçekliği altında ezildi. Buna rağmen kendini solda ve barış yanlısı olarak tanımlayan partiler, aldıkları her yaranın ardından iktidar olma hevesleri daha da perçinlendi. Yüzlerinde patlayan her tokattan sonra diğer yanaklarını çevirmeyi bir meziyet sandılar.

Hatta en temel mücadele alanları olan Kıbrıs çözümsüzlüğünü buzdolabına kapatıp, o yolda sarf edilecek enerjilerini de “hükümet oyunları” ile tükettiler. “Elimizden geleni yaptık, karşı taraf istemedi” cümlelerini duyar gibiyim.  Bunların hiçbir önemi yok. Çünkü politik bir mücadele veriyorsanız, asla ve asla kendi duruşunuzu başkasına göre şekillendirmezsiniz. Koşullar ne olursa olsun, kendi idealleriniz doğrultusunda mücadele etmeniz gerekir. Aksi takdirde bir siyasi parti olarak toplum üzerinde inandırıcılığınız kalmaz. Öyle bir durumda da, sistemin esas sahipleri tarafından boşluk doldurulur. Siz de şimdi olduğu gibi, ağzınızı havaya açıp, payınıza düşecek elmayı beklersiniz. Ama nafile!

Kıbrıs Türk toplumunun özne olması, kendi kendini yönetmesi fikri, kimsenin karşı çıkabileceği bir yaklaşım değil. Ama bunun altının ne şekilde doldurulduğu önemlidir. Kıbrıs sorunundaki çıkmazı da fırsat bilen HP başta olmak üzere tüm sistem bekçileri, “evimizi temizleyelim” şiarı ile bir algı oyunu başlattılar. Toplum içerisinde yaşanan umutsuzluğu, hiçbir politik çözüm sunmadan örgütlemeleri, önemli bir ilerleme yaşamalarına yardımcı oldu. Bunu gören diğer kesimler de (özellikle CTP ve TDP) “temiz siyaset” adı altında yaratılan sis perdesine kapılıp, gerçeklikten koptular. Böylece 1 yıldır ite kaka ilerleyebilen, sadece belli haksızlıkların yaşanmasını erteleyebilen ve daha demokratik bir ülke olmamız için atılacak adımların askıda tutulduğu bir hükümet deneyimi yaşadılar. Üstelik temizlik memizlik de yapılmadı. Ortalık hâlâ kokuyor.

Bu aşamadan sonra ne yapılması gerektiği sorusuna verilecek yanıtlar çok önemlidir. CTP ve TDP için hükümet olmak; küçülmek, ideolojiden uzaklaşmak, UBP ve faşizmi örgütleyen YDP’nin daha da şahlanması, HP gibi ne idiği belirsiz partilerin toplumun edilgenliğinin baş aktörü olması anlamına geliyorsa, niye hâlâ ısrar ediliyor? Toplum git gide bu bataklığın içine saplanıyor. Eğer başka bir yol seçilmezse, derdimizi anlatacağımız bir kesim de kalmayacak. Kimse çıkıp, “Kıbrıslı Türkler de çıkarı doğrultusunda hareket ediyor” ezberine sarılmasın. Bir siyasi partinin görevi, içinde yaşadığı toplumu dönüştürmek ve daha iyi bir gelecek kurabilmek için mevcut şartları iyileştirmektir. Aksi takdirde bir partiden değil, kuru kalabalığın arkasına takılmış vasıfsız bir idareden bahsedilebilir. O koşullarda da değişimi gerçekleştirmek mümkün değildir. Yapabileceğiniz tek icraat, çarpık yapıyı meşrulaştırmak ve esas sahiplerinin daha da güçlenmesine fırsat yaratmaktır.

Geçtiğimiz 4’lü hükümet döneminde önemli gelişmeler yaşandı ama birçoğu sürüncemede bırakıldı. Özellikle insan hak ve özgürlüklerini ilgilendiren yasa önerisi ve tasarıları, bir türlü Genel Kurul’a gönderilemedi. Bunu engelleyenlerin de kim olduğu ortada. Hükümet eli ile hazırlanmasına rağmen, Askerlik Yasası’nda yapılacak değişikliklere yönelik komite görüşmeleri esnasında birçok sorun çıkarıldı ve o sürecin de sonu getirilemedi. Ceza Yasası’na dair hazırlanan öneri, bilinçli olarak ötelendi. Mültecilerin sorunlarına ilişkin gazete manşetlerine haber olan girişimlerin hepsi lafta kaldı. Seksi kölesi çalıştıran gece kulüpleri hakkında çalıştay yapılmasına rağmen, toplum içerisinde kısmi de olsa farkındalık yaratılmanın ötesine geçilemedi. Ama beni en çok rahatsız edenler; Vakıflar İdaresi’ne sunulan imkânlarla Dome Hotel sürecinde sergilenenler ve “iyilik” maskesi altında muhafazakârlığın ince ince toplumun damarlarına enjekte edilmesidir. Sünni İslam bu kadar desteklenirken, defalarca gündeme getirilen Maronitler ile ilgili hiçbir gelişme yaşanmaması, ayrımcılığım en belirgin örnekleri arasında sayılabilir. Ekonomik protokolün imzalanamaması, Türkiye’nin para vermemesi ve yükümlülüğümüzde olmayan askeri personelin maaşlarının bile tarafımızdan ödenmesi konularına hiç girmeyeceğim.

Varılan noktada, demokrat ve “sol değerlere sahip” siyasi partilerin ne doğrultuda hareket edeceklerine karar vermeleri gerekir. Ya iktidar ol(a)mayan hükümetçikler kurarak mücadelelerini heba edecekler ya da gerçek anlamda yerel değerlere sahip çıkmak ve iradeyi ele geçirmek için bambaşka bir yola girecekler. Tabi ki bu konuda yalnız bırakılmamaları ve seçmenlerinin de harekete geçmesi gerekecek. Kıbrıslı Türkler olarak, ganimet düzenine sarıldığımız sürece, batışımızı da hızlandıracağız.  Her zaman alternatif bir çıkış vardır. Daha büyük kayıplar yaşamaktansa, bugün rotamızı farklı patikalara çevirerek, güzel günlere alan açabiliriz. Yeter ki isteyelim.