“Sen benim kadar çalışmadın kardeş onun için konuşma”

Oyuncu, yönetmen, öğretim görevlisi Ali Düşenkalkar ile Röportaj

Asu Demircioğlu
asumdemircioglu@gmail.com

Yıl çok eski. Bir 20 Haziran gecesi. Doğum günüm. Ev kalabalık. Kimler yok ki? Çok eğleniyorum.

Zil sesi. Kapı. Açtım, en şımarık halimle tabi. Bana bakan bir çift göz. Mavi. Çok tanıdık, çok sıcak, çok samimi. Yaydığı ışıktan dondum kaldım kapıda. Kucağında bebek gibi tuttuğu bir saksı çiçeği. Çiçek delisi biri olarak gözüm çiçeğe kaydı kayacak, ellerim kaptı kapacak gibi. Ama nerde! Donmuş bir şekilde gözüm gözde.

O gözler 20 Haziran gecesi tadında şu an tam karşımda. Bazen abim, bazen arkadaşım, dert ortağım. “İlk kez röportaj yapacağım. Ne sormam gerekir, nasıl ne yapmam lâzım, hiç bilmiyorum. Sadece istek ve heyecan var. Kabul eder misin?’’ dedim ve buradayız. Karşı karşıya ve yine gözüm mavide.

Nasıl hitap etsem? Abi, Ali abi? Ali bey? Yok, olmadı… Sen, ben, biz, siz, onlar derken “ Sevgili Ali Düşenkalkar” diyerek kendiliğinden akmaya başladı zaman.

Heyecanlıyım. Tamam tamam. Sakin. Başlıyorum. Hazırım.

Başladım.

Benim ve birçok kişinin gözünde Ali Düşenkalkar sinemada, tiyatroda, dizilerde oynayan, seslendirme yapan,  aynı zamanda çok iyi bir öğretmen, tanınan başarılı, yetenekli, çok çalışkan bir oyuncu. Peki senin gözünde Ali Düşenkalkar nasıldır?

-Kendi gözümden, kendime bu anlamda bakıp takdir etmek, bir oyuncunun kendiyle barışık olması demektir ve çok önemli bir değerdir bu. Kendine bir saygıdır. Çünkü başarılı olabilmek için çalışmak zorundasınız. Çalışmazsan başarıyı yakalayamazsın, bu da aşikâr, apaçık ortada. O zaman çalışmak lazım. Çalışacaksın ve başaracaksın. Başka da hiçbir kurtuluş çaresi, başka şekilde bu işi yapma şansın yoktur. Çalışacaksın. Her zaman her şeye hazır olacaksın. Onun için ben de Ali Düşenkalkar’ı seviyorum galiba.

Peki sevdiğin Ali Düşenkalkar hayatı nasıl kucaklıyor? Hangi gözle, nasıl bakıyor hayata?

-Hmmm… Hep sevgiyle, hoşgörüyle kucaklamaya çalışırım hayatı. Ama bazı şeyler vardır; ilkeler ve ülke gerçekleri gibi.  Bunların içerisine siyaset de, ekonomi de, davranış biçimleri de, toplumun bugünkü hali de, geçmişten gelen gelenekler de girer ve hepsi benim bir biçimde duruşumu sağlarlar. Onun için çok basit, aykırı bir şey düşünmeden olduğu gibi kabul edip öncelikle hümanizme inanıyorum ve savaş karşıtı olduğumu biliyorum.

Hümanist, savaş karşıtı sevgili Ali Düşenkalkar’ın hayata bakışını şekillendiren geçmişiyle tanışmak için günümüzde artık hemen her bilgiye ulaşılan internet üzerinden hayatını didik didik etmeye başladım. Ama buradan elde ettiğim bilgilere çok güvenmemem gerektiğini fark ettim. En basit örneği, doğum tarihin “1961 yılında Kıbrıs” diye geçiyor. İki ayrı kaynakta eylül ayı deniyor ya da hiç ay belirtilmiyor. Ben haziran diye biliyorum. “Yıllardır doğum gününü yanlış günde ve ayda kutluyorum da kibarlığından beni bozmuyor musun” diye düşünmedim değil doğrusu.

-Haaahaaaa, çok güzel espriymiş bu. Benim doğum tarihim 24 Haziran 1961 ve Lefkoşa’da doğdum. Kıbrıs’ta da değil sadece. Kıbrıs’ta Lefkoşa’da doğdum. Surlariçi’nde.

İnternete ne kadar güvenilir günümüzde bilemiyorum. Çok iyi bildiğim ve farklı gelen bilgiler gözüme çarpınca özellikle altını çizmek istedim.

-İnternet çok tehlikeli bir yer olmaya başladı. Neden? Bilgi güvenirliliği tökezlemeye başladı. Yani bir şairin olmayan şiirin altına o şairin adını yazdığınızda ona mal edilir gibi bir hale gelmeye başladı. Ve bu beğenilerle, kullanımlarla arttı. Son zamanlarda Can Yücelin şiiri diye lanse edilen bir şiirin Can Yücel’in olmadığı ortaya çıktı. Mevlana’nın bir şiirinin Mevlana’nın şiiri olmadığı ortaya çıktı. Yani yanlışlıklar, bilgi kirliliği ve sarsılan bir güven var. Çünkü insanlar doğru ve temiz amaçlı kullanmamaya başladılar. O zaman sorun yaşanıyor işte.

Evet 1979 yılında konservatuar eğitimi için İstanbul’a gitmeye karar verdin. Ama ben o yıllara geçmeden önce çocukluk anılarınla devam etmek istiyorum. Çok güvenilir kaynaklardan elde ettiğim bilgilere göre şu anda oyuncu olan kardeşin Munis Düşenkalkar’la küçükken çarşaflardan kostümler yapıp koltukların üzerinde hoplaya zıplaya Jül Sezar oynayıp, replikler yazdığınızı biliyorum.

-Aaaaa… Hııhııı… Evet… Evet, doğru…

Çocukken oynanan oyunlar profesyonel oyunculuk adımlarının habercisi miydi? Nasıl başladı oyuncu olma isteği?

- Şimdi, biraz önce sözünü ettiğin kardeşimle yaptığımız evdeki o oyunu her insan oynamıştır aslında. Yani homosapien o, canlı oyun oynayan kişi. Herkes çocukluk döneminde bir şeyler yapmıştır. Evde oynamıştır. Ama benim asıl tiyatro meselem 79‘dan önceki Lefkoşa Türk Lisesinde tiyatro kulübünde ve orada bir işçi sendikasında ve bir gençlik derneğinde yaptığım tiyatro çalışmaları ile başlamıştır. Kökeni oralardan geliyor.

Sanırım bahsettiğin, benim de gözüme çarpan ve merak edip sormak istediğim; o yıllarda yaptığın savaş karşıtı bir gösteri, sokak tiyatrosu değil mi?

-Evet, gençlik derneğinde yaptığım savaş karşıtı bir gösteri. Bunun metnini Neşe Yaşın yazmıştı; bir derleme. Alıntılar da vardı, bazı şairlerden şiirler vardı. Hiç unutamadığım bir deneyim, Çok büyük anılarda biriktirdim. Yani sokak tiyatrosundan geliyorum ben aslında;  profesyonel tiyatroya geçmeden, akademik yollarda tiyatroyu okumadan. Sokak tiyatrosu, lisedeki tiyatro ve bunların yanı sıra işçi sendikasındaki tiyatro çalışması. O iki yıllık dönem beni bayağı yoğunlaştırdı. Hem orada, hem orada, hem orada bir prova dönemi başlayınca sanırım tansiyon arttı ve duygu “bu iş böyle olur mu ya” kadar geldi. Ve oradan bir ışık yandı, alev sardı bacayı ve çıktım gittim. 1979 yılında konservatuar sınavına girdim ve kazandım.

Evet, 1979 yılında konservatuar eğitimi için İstanbul’a gittin ve 1983 yılında Mimar Sinan Devlet Konservatuarı’ndan mezun oldun. Hemen o yıl içerisinde İstanbul Devlet Tiyatrosunda oyuncu olarak görev aldın.

-Evet bir ay bile geçmemişti.

Bir ay bile geçmemişti demek. Aklıma hemen şu soru geliyor; hiç mi düşünmedin Kıbrıs’a dönmeyi? Hiç mi aklından geçmedi?

-Hiç düşünmedim. Bir gün Kıbrıs’a dönüp tiyatro yapacağım. Ya da bir biçimde tiyatroya yön veren bir kişi olabilirim, bir gün dönersem. Yıllar önce Belediye Tiyatrosuyla beraber Mısırlızade Sinemasında provalar yaptım. O çekirdek kadroyla. Yaz tatilimdi, okuldan dönmüştüm. Sanırım girmek de istemiştim. Neden oldu bilmiyorum, ama benim de ayrılacağımı biliyorlardı, tabii ki yarıda bırakılamazdı hiçbir tiyatro çalışması. Sanırım bu meselenin de gündemde kalmasını istemeyip bana el sallandı ve ben de gittim. Tiyatro anarşisttir. Tiyatronun ruhu başkaldırır. Tiyatro hegemonya yeri değildir. Kıbrıs’ta tiyatronun başında duran bazı insanlar, tiyatronun gelişimine darbe vuran ve tiyatronun hala daha ben merkeziyetçi düşünmesini sağlamaya çalışarak, başka alternatifleri göstermeyerek bütün toplumu dizginliyorlar. Gemi takmışlar ve ellerinde oynatıyorlar. Rahat bırakmaları lazım. Bunu o zamanlarda tam anlamamıştım daha sonraları süzerek anladım ve algıladım; insanları daha da tanıdıkça. Bana 2-3 yıl önce ülkemizin kurumsal tiyatrosunun başına gelmem için bir teklif yapıldı. Nasıl gerçekleşeceğine dair görüşmeler yapmak üzere gelmiştim. Fakat o yılki bütçenin 10 bin TL olduğunu öğrenince, çok gayrı ciddi olunduğunu anlayıp biraz uzaklaştım. Tiyatro pahalıdır, ucuz değildir. Gerçekten, tiyatro pano boyamayla dekor yapılarak halledilecek bir şey değildir. Tiyatro dokudur. Tiyatro derinliktir. Tiyatro soluktur; baktığın derinliktir, gördüğün noktacıktır, merak ettiğindir. Şu anki Kıbrıs’ta Devlet Tiyatrosunun başında Halil Bey bulunuyor. Halil Bey’le hoş bir sohbetimiz var. Daha önce de “bizimle inşallah çalışırsınız” demişti. “Kısmet” demiştim ben de. Her zaman göreve hazırım.

Evet sohbetimize benim konservatuvar yıllarımla devam edelim. Haahaa... Yok yok, konuk ben değildim, doğru! Benim konservatuara girdiğim ilk yıllarda Kıbrıs’lıyım dediğim zaman hemen başlanırdı Kıbrıslı oyuncuların adı sayılmaya. Kıbrıslı oyuncu olarak Ali Düşenkalkar adından sonra hemen şu cümle gelirdi “o muhteşem oyunu, o muhteşem rolü oynayan oyuncu”. “Hangi oyun” dediğimde “yarısı kadın, yarısı erkek olarak oynadığı oyun” derlerdi. Hangi oyundu bu?

- O oyun “Macbeth” adlı oyundu. Ve Macbeth’in cadıları vardı oyunun içinde. Shakespeare yazmış. Bu kadınlar Macbeth’e kehanette bulunurlar. Macbeth ihtiras çırpıntıları içerisindeki karısıyla, oyun örgüsünde, kral olma sevdasıyla mevcut Kral Duncan’nın yaşamını sonlandırmak ister. Sonunda Kralın hayatına kıyılır. Bütün dönen dolaplar, bugünkü siyasi her şeye baktığında, Shakespeare o kadar yüzyıl önce yazmış ki bunu. İşte bu siyasi meseleyi anlatır oyun. Oradaki dört kadın Macbeth’in cadılarıdır. O dört kadını Kenan Işık rejisiyle canlandırdık. Kenan Işık “seni bir medya adamı yapmak istiyorum” dedi. Ben de medyayı cinsiyetsiz gösterme çabasıyla bedenimi ortadan ikiye ayırarak bir çalışma yaptım: sol tarafım kadın, sağ tarafım erkek. Davranışlarla yürüme de öyle. En erkeksi tonları söylediğimde seyirciden yana sağ tarafımı daha fazla kullandım. Teknik bana yardımcı oldu bu anlamda. Biraz ergenliğe gelmiştim o yıllarda. Oyunculuk yaş almak demektir, birazcık birikim yapmak demektir. Yaşlarınızı biriktirirseniz oyunculuk kendi kendini besler ve patlamaya gider. Durmaz aslında, bir şeyler söyletir kendinden; söz ettirir mutlaka. Ve AKM Büyük Salonda prömiyer yapmıştı o oyun. Selama geldiğimde… Çok acı çektim ama o oyuna hazırlanırken.

Evet, çok çalıştığını düşünmüşümdür hep. Çünkü “yarısını erkek, yarısını kadın kostümüyle oynadı demek” dediğimde vurgu hemen şuna geliyordu:  “Hayır gerçekten yarısı kadın, yarısı erkekti”.  Bunu söyleyenler oyuncu olunca ve ne denli bir etki bıraktığını düşününce, bir oyuncu olarak nasıl hazırlanılmış ve çalışılmış olduğunu tahmin edebiliyorum.

- Evet çok çalışmıştım. Davranışlar, kol, bilek, ayak bileği, omuz, yürüyüş. Seyirciden yana taraflarını daha baskın kullanmıştım mizansenler gereği.

 Seyretmeyi çok isterdim.

- Tam ondan söz ediyordum, tam da senin öğrencilik yıllarına denk geliyor o oyunun oynanması. O zaman oyunun popülaritesi de iyiydi; öyle bir çıkışı vardı. Sahnede şans bulursa oyuncu, belli bir yaşa geldikten sonraki donanımı ile şans da bulursa, rol de düşeş olursa... Rolün de düşeş olması lazım. Bu bir tarafı kadın bir tarafı erkek karakter tamamen benim düşümdü. Yani ben bunu Kenan Işık’a anlatıp da provalarda gösterene kadar sakladım. Hiç öyle prova yapmadım. Kenan “hadi oğlum ne yapacaksan yap artık” diyordu. Yani yapmadım, yapamadım, bir anda sarf edilmesini istemedim. Dans ve hareket düzenini mesela Erdal Uğurlu yapıyordu . Erdal Uğurlu’ya prova salonunda “ne olur Erdal gelsene bir 10 dakika, bir şey yaptım. Şuraya buraya bir şey yaptım bugün, dün şunu düşündüm, bugün şunu düşündüm, burada durabilir mi”. Bir de objem vardı; dünyayı hatırlatabilecek bir top. Hafifçe sertti o top. Küçük avuca gelebilecek bir top. Tutkal ve mermerşahiyle kaplayıp sertleştirdim onu, çünkü sahnede yere bıraktığımda tıkır tıkır diye ses çıkarması lazım...

Hem çıkardığı ses hem de gidiş açısı önemliydi mutlaka?

- Evettt, ve durması lazımdı belirli bir noktada. Şimdi bu noktada bir anım var Macbeth’le ilgili, onu anlatayım. Bir gün Ankara’ya turneye gideceğiz. Turgut Özal Cumhurbaşkanıydı ve öldü. Erdal İnönü de hükümet ortağıydı herhalde. Özal’ın ölümünden dolayı 10 günlük bir yas ilan edilmişti sanıyorum. Ve turnemiz iptal oldu. Ama bir hafta sonra devlet galasıyla Ankara’da Macbeth oynanacak ve bir repliği vardı benim oynadığım cadı rolünün. Elimdeki topu tutup sahnenin en gerisinden öne doğru ittirerek seyircinin önüne kadar götürmeye çalışıyordum. Fakat Ankara’da tiyatroda bir sorun vardı. Çünkü orkestra çukuru düz değil. Öne doğru eğimliydi, seyirciye doğru eğimliydi. Ve top tam istediğim yerde durmadı. Atatürk Kültür Merkezi Büyük Salonda çok büyük bir mesafe vardı ve istediğim yerde durdurabiliyordum topu attığımda. Onun provasını ayrı yapmıştım. Ama Ankara’da top durmadı. Erdal İnönü de en önde oturuyor, attım topu.  Top ‘tıp tıpppp tıpppp’ diye gitti, çarptı, durdu. Gidip aldım, repliğimi söyleyeceğim. Karanlıktaydım, görmüyordum. O arada kaldırdım kafamı ve Erdal İnönü ile karşılaştım. Bana bakıyordu. Replik de şöyle idi; “İş iktidar olmakta değil, iktidar olup sağ kalmakta”. Ben bu repliği söyledim, salon buz kesti. 10 günlük genel yastan çıkmış Türkiye ve Büyük Tiyatrodaki seyirciler adeta nefes almıyorlardı. Böyle iki üç saniye geçti. Büyük bir sessizlik. Garip bir şey böyle. Canım acımaya başladı, “ben ne dedim, böyle gibi bir şeye nasıl düştüm, ne dedim ben ya” diye. O anda Erdal İnönü ‘hhheeeheeeheeeheee’ diye ince, tiz, kendine has gülüşü ile kahkahayı patlattı. Bütün salon da kahkahalarla gülmeye başladı. Kahkaha bulaşıcıymış demek, çok güzel. İlginç bir anımdı bu oyunculukta. O iki üç saniye içinde neler düşündürüyor insana ama seyirci. Shakespeare hayatı ne güzel tanımış ve çözmüş. Böyle bir anım var. O rol evet çok güzeldi. Shakespeare’e de Kenan Işık’a da çok teşekkür ediyorum. Oynadığım arkadaşlarıma teşekkür ediyorum. İyi bir çalışmaydı, çok güzeldi.

 

İlgili Haberler

Dergiler Haberleri