Bizim kuşaktan olanlar bilir; Ortaköy’ün büyük bir bölümü “Küçük Dayı”nın toprağı idi… Doğu’da , Ortaköy Fırını; Kuzey’de, şimdiki Lefkoşa Gönyeli yolu; Güney’de Kermiya ve Batı’da Yeni Kent’e dek uzanan bu geniş toprakların ortasında da (şu andaki Ortaköy trafik Işıkları’nı Güneyinde, Ehliyet Sınavlarının yapıldığı Dairenin oralarda) kocaman bir HAN vardı…
Efgalipto gövdelerine zincirle bağlanmış azgın boğalar; yüzlerce inek ve yüzlerce koyunu barındıran HAN’ın bir de büyük ( o yaşlarda bize olimpik yüzme havuzu gibi gelirdi) taş havuzu vardı…
Küçük Dayı’nın şerrinden (nedense elinde hep bir ip parçasıyla gezen Küçük Dayı arazisine girilmesinden pek hoşlanmaz; “seni da bağlarım haa..” diye tehditler savururdu) korkmalarına karşın, Lefkoşa’nın çocukları o havuzda yıkanmak için her fırsatı değerlendirirdi…
Küçük Dayı’yı (ve elindeki ip parçasını) her gördüğümde, Dedemin ünlü sözlerinden biri olan “asılacaksan İngiliz ipiynan asıl” deyişi aklıma gelir; o ipin, “İngiliz İpi” olup olmadığını ve öfkeli Küçük Dayı’nın o iple, kaç çocuğu asmış olabileceğini düşündükçe içim ürperirdi…
O zamanlar, (1964-69) Ortaköy, tam da adına uygun olarak “Yolların Ortası”nda, kesişme noktasında idi… Mağusa ve Lefkoşa’dan Girne’ye, Lefke’ye gidecekler de; tam ters istikamete gidecekler de Ortaköy’den geçmek zorundaydılar. Güney’den gelenler de (O dönem Rumlar bu güzergâhı serbestçe kullanamadıkları için; şimdiki Bayraktar (kolej)Ortaokulu’nun köşesindeki Kermiya Barikatı’nın Güney’inde sıralanıp; BM araçlarının denetimindeki KONVOY’la Ortaköy’den geçip; Girne’ye ulaşabilirlerdi)…
Hem Güney/Kuzey; hem de Doğu/Batı yollarının ortasında olmasına karşın; küçük harap bir köydü Ortaköy… O iki ana yolun dışında yolları topraktı… Neredeyse evden çok mandıra vardı o yedi sekiz kilometrekarelik alanda… Bir de Lefkoşa enklavının tek salhanesi (şimdiki Lemar Benzincisinin yerindeki) yeni ismiyle mezbahanın olduğunu düşünün; ve seyreyleyin O manzarayı!...
Köpeklerin sürüklediği hayvan artıkları mı istersiniz; mandıralardan savrulan fışkı kokusu mu; Kooporatifin hellim suyu atıklarına karışan Belkola’nın atık suyu ile iyice çirkefleşen Kanlı Dere’nin kokusunu mu?..
Ortaköy’ün tek güzel yanlarından biri olan (şimdiki Levent kolejin yerindeydi) Akar Gazinosu (ve mini hayvanat bahçesi)na, sırf bu yüzden “KOKAR GAZİNOSU” adı takılmıştı…
“Başkent”in/Şeher’in hemen dibinde; ana yolların merkezinde olmasıyla uyuşmayan; “ vahşi bir Teksas köyü” sanırdı, bilmeyenler…
Hayvan leşlerine musallat olan akbabaların kargalardan az olmadığı; tilkilerin akşamları cirit attığı; salhanede kullanılan kesim yöntemlerinin ilkelliği ve “Küçük Dayı” ile yardakçılarının estirdiği terör havası düşünüldüğünde bu “Vahşi” sözcüğünün hafif kaldığını bile düşünürüm ara sıra…
Tahmin edersiniz ki, bu VAHŞİ ortamda, (bu ortamı, bir de toplumlararası çatışmaların katmerlendirdiğini düşünün) bizler de birer VAHŞİ gibi; oyunlarımız dahil her ortamda, tam bir TERMİNATÖR gibi davranırdık…
Pirilimizi, topacımızı mı çaldı; oyuna sahtecilik mi kattı… kimsenin gözünün yaşına bakmaz; gereken DERS’i acımasızca verirdik… Köyün EGEMEN’i olmasak da; VOYVODALARI idik sonuçta!...(İki önceki yazımda da yazdığım gibi: “Kemalettin Tuğcu’nun zavallı kahramanları değildik biz… Şaşı aslanlı “Daktari”deki savanlarda vahşi hayvanlarla savaşan birer Donkişot’tuk… Tommix bile korkardı bizden…) Cezalandıracağımız adama dişimiz kesmese bile; elimize bir ip parçası alır, “Küçük Dayı”gibi “seni da bağlarım haa..” diye tehdit etmekten geri durmazdık…
* * *
Aradan geçen onca yıldan sonra, dönüp baktığımda bazı şeylerin pek değişmediğini görmek canımı yakıyor…
Elbette Ortaköy o eski Ortaköy değil….
Küçüğün Hanı’nın; Akar Gazinosu’nun, Mandıraların yerinde yeller(daha doğrusu betonlar) esiyor… Akbabalardan, tilkilerden (hatta kargalardan) eser kalmasa da; pislik ve kokularda değişen çok şey yok…Üstelik, hala daha elinde iple gezen birileri “seni da bağlarım haa..” diye tehditler savururken; bir başka “ Küçük Dayı”, bunun da “SEÇENEKLER’den biri olduğunu” söylüyor!..
(10-03-2012)
*Perşembe’den itibaren TUYAP Kitap Fuarı için İstanbul’da olduğumdan; bu hafta “arşiv”den bir yazı paylaşmak zorunda kaldım…