Celal Özkızan
Bağımsızlık Yolu Genel Sekreteri
celalozkizan@yahoo.com
Türkiye’de merakla beklenen 14 Mayıs 2023 seçimlerinin sonuçları şimdiden belli: Sermaye kazanacak. Kazanacak, çünkü güçlü bir alternatifi yok, şimdilik.
AKP’nin Hegemonyası
Elbette mesele bundan ibaret değil. 20 yıldan fazladır Türkiye’de hüküm süren Erdoğan önderliğindeki AKP ve Siyasal İslam hareketinin yenilgiyle çıkma ihtimalinin en yüksek olduğu bir seçim bu aynı zamanda. Uzlaşmacı refleksini ve yönünü her geçen gün daha da kaybeden, temel liberal hak ve özgürlükler konusunda dahi tahammülü gün geçtikçe azalan, başta toplumsal cinsiyet, eğitim ve ifade özgürlüğü olmak üzere çeşitli toplumsal meselelerde durmaksızın gericileşen bir yönetim anlayışını temsil ediyor AKP. Sadece partinin kendi kimliği itibari ile değil, aynı zamanda hem içine girdiği seçim ve seçim-dışı ittifaklar, hem de yaslandığı sosyal, kültürel ve politik taban, bu uzlaşmasızlık, tahammülsüzlük ve gericileşme anlayışını içinden AKP yöneticileri isteseydi bile kolay kolay çıkılamaz bir hale büründürüyor.
Uzlaşmazlık, tahammülsüzlük ve gericileşme dalgasının ana sebeplerinden biri, AKP’nin artık hegemonik olma özelliğini yitirmesidir. Hegemonya bakımından AKP’nin zirvesi, hem Kürtlere hem de Türk milliyetçilerine, hem büyük sermayeye hem de küçük ve orta ölçekli işletme sahiplerine, hem neoliberallere hem de solun ve emek hareketinin bazı kesimlerine, hem devletçilere hem de liberallere, hem radikal İslamcılara hem de modern muhafazakârlara aynı anda kendini kabul ettirebildiği dönemlerdi. Bu hegemonyayı mümkün kılan iki temel faktör vardı.
Birincisi, ve en önemlisi, AKP’nin emek hareketini ve emekçi haklarını bastırıp sermayenin önünü açmak konusunda en başından beri hep uzlaşmaz, tahammülsüz ve gerici bir tavır sergilemiş olmasıydı. Bu bakımdan, Türkiye’nin gerçek iktidar sahiplerinin sadece onayını değil, desteğini de almayı her zaman başarmıştır. AKP’nin ‘altın yılları’ olarak kabul edilen 2002-2013 arası dönem, aynı zamanda Türkiye işçi sınıfının en kara dönemlerinden biri olarak tarihe geçmiştir. Nitelik olarak değilse bile nicelik olarak 80 darbesinden bile daha büyük bir karanlıktır işçi sınıfı için, AKP’nin ‘demokrat’ yılları: Taşeronlaştırma, özelleştirme, güvencesizleştirme, grev yasaklama, emek piyasasının ‘esnekleştirilmesi’, kuralsızlaştırma, sendikasızlaştırılma, gelir eşitsizliği, çeşitli kamusal hakların (konut, eğitim, sağlık, enerji gibi) piyasalaşması ve gelir eşitsizliğinin artması bu dönemde tarihi seviyelere ulaşmıştır.
İkinci faktör ise, AKP’nin bir dönem Türkiye’nin farklı sorunları (Kürt sorunu, Avrupa Birliği üyeliği, bürokrasinin ve yargının fonksiyonları, laiklik, hak ve özgürlükler, medya, yolsuzluk) ile dengeli bir ilişki kurabilmesi ve hegemonik bir siyaseti inşa edebilmesiydi. Bunu mümkün kılan ise, AKP’nin bu çeşitli sorunların taraflarından en az birini tamamen yabancılaştırmaya yol açacak somut adımlar atmamasıydı. Gerçekten de AKP, bu sorunları çözmek veya en azından bu sorunların çözümü yönünde yol kat etme amacı taşımaktan ziyade, toplumsal ve siyasal alanı kendi lehine yeniden düzenleyebileceği biçimlerde bu sorunları hem yeniden tanımlamış, hem de toplumun çeşitli bileşenlerinin bu sorunlara angaje olma biçimini ve zeminini değiştirmiştir. Yani ahali demokrasi mi askeri vesayet mi diye tartışadururken, AKP ideolojisi ve pratiği bu süreci hem kendi hegemonyasını pekiştirmek, hem de toplumsal ve siyasal alanı yeniden düzenlemek (‘kilit noktalara kendi adamlarını yerleştirmek’) için kullanmıştır.
Neden Sermaye Kazanacak?
AKP’nin kurduğu hegemonyanın maddi temeli, 2000’li yılların başındaki global pazar genişlemesiydi. Bir yandan ‘commodity boom’ adı verilen talep genişlemesine dayalı meta fiyatlarının değerlenmesi, diğer yanda ise artan sermaye hacmi ve dolaşımı (hem doğrudan yatırım hem de sıcak para biçiminde) Türkiye işçi sınıfına yapılan bu tarihi saldırıyı bir miktar telafi etmişti. Dünya ekonomisinde 2000’li yılların başındaki canlılığın ve dinamizmin ortadan kalktığı koşullarda AKP de hegemonyasını sürdürebilecek zemini kaybetmişti. Ancak zemin kaybı demek, iktidar ve yönetim kaybı demek değildi. Gerçekten de, AKP belki artık eskisi kadar hegemonik değildi, ama karşısında ana-akım bir alternatif yaratabilecek bir cephe de yoktu.
Millet İttifakı, bu cepheyi CHP önderliğinde yaratmayı başardı. CHP hem eski ulusalcı çizgisinden bir nebze de olsa kaymayı başararak HDP’nin -dışarıdan- desteğini almış, hem MHP’nin bölünmesi sonucu ortaya çıkan İYİ Parti’yi yanına çekebilmiştir. Tüm bunları yaparken de kendi tabanını büyük oranda elinde tutmayı başarabilmiş (İnce sızıntısı hariç) ve dahası, sosyalistlerin dahi -ideolojik olarak mesafe koyarak ama vicdan azabı da çekmeden- destek verebileceği bir platforma öncülük etmiştir. Bir zamanlar AKP’nin kurduğu hegemonyanın bir benzerini -ve henüz embriyo halini- kurma girişimidir bu.
AKP’nin kurduğu hegemonyadan farklı olarak, Millet İttifakı’nın iktidara gelirse (yani başkanlığı alıp mecliste de dezavantajlı konuma düşmezse) kendini içinde bulacağı koşullar, global resesyon ve jeopolitik gerilimdir. Dahası, halihazırda canına okunmuş bir işçi sınıfı ile büyük oranda piyasalaştırılmış bir Türkiye sosyo-ekonomisini karşısında bulacaktır. Tüm bunlara rağmen, AKP’nin kurduğu hegemonyaya benzer bir biçimde, sırtını piyasacı, sermaye yanlısı ve emekçi karşıtı bir anlayışa dayamıştır Millet İttifakı. Neoliberalizmi AKP’den daha iyi idare etme iddiasıyla övünen, dünya piyasalarına “biz daha aklı başında kapitalistleriz” mesajını veren, yurtiçindeki büyük sermayeye “biz sizi daha iyi temsil ederiz, zaten bizim yönetim kadrolarımız sizinkilerle dolu” diyen bir yaklaşım söz konusudur Millet İttifakı’nda. İşte bu yüzden sermaye kazanacak, şimdilik, ne yazık ki.
Yanlış Soruya Doğru Cevap Verilemez
Türkiye’deki siyasal çerçeveyi demokrasiye karşı diktatörlük ya da demokrasiye karşı otoriterlik noktasından bir kez duvara sabitlemeye çalıştığınızda, o çerçeve hep yere düşer, camlar paramparça olur. Çok değil 10 sene öncesine kadar Türkiye’deki siyasal gündemi askeri vesayete karşı demokrasi mücadelesi olarak değerlendirenler, şimdi bize Türkiye’deki siyasal gündemin AKP otoriterliğine ve Erdoğan’ın diktatöryel tavırlarına karşı demokrasi mücadelesi olarak sunmaya çalışıyorlar. Günah çıkarırcasına da, 10 sene öncesine kadar yaptıkları değerlendirmelerin bazılarının yanlış olduğunu ve belli başlı konularda AKP’ye güvenmekle hata ettiklerini dile getiriyorlar. Oysaki hata AKP’ye güvenmekte değildi. Soru, İslamcı bir demokrasi mi daha iyidir yoksa seküler bir askeri vesayet mi sorusu da değildi. Hata, Türkiye’nin siyasal gündeminin merkezine emek-sermaye ilişkilerini ve çelişkilerini almamak ve cevabı ya emek ya sermaye olabilecek soruları sor(a)mamaktı. Türkiye’de demokrasinin gelişmi ile emekçi haklarının gelişimi birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Emekçi haklarının gelişimi de, emek hareketinin güçlenmesi ile mümkündür. Türkiye’de demokrasi mücadelesi, AKP’nin 21 yıllık iktidarı boyunca hiç yalpalamadan büyük bir tutarlılıkla hayata geçirdiği sermaye yanlısı ve emek karşıtı adımları ortadan kaldırmaktan, dahası günümüzün emek sorunlarına ilişkin yeni ve yaratıcı adımlara zemin oluşturmaktan geçer.
Sonuç Yerine
Elbette Cumhur İttifakı gericiliğinin yönetiminde bulunmadığı bir Türkiye, emek mücadelesinin bugünkünden daha rahat koşullarda verilmesine imkân tanıyacaktır. Türkiye’deki sosyalist ittifaklar, partiler ve emek hareketinin bileşenleri de böyle düşündükleri için, Erdoğan’ın seçimi kaybetmesini önlerine hedef olarak koymuş ve tavırlarını da bu doğrultuda belirlemiş durumdadır. Erdoğan’ın gitme ihtimaline, Millet İttifakı’nın en nihayetinde bir sermaye ittifakı olduğunu işaret ederek burun kıvırma lüksümüz yok. Ancak, Millet İttifakı’nın bir sermaye ittifakı olduğu gerçeğinin bilinciyle, Türkiye’deki bir iktidar değişikliği durumunda “şimdi demokrasi zamanı” rehavetine kapılmadan, ya da Millet İttifakı yönetiminin halk karşıtı adımlarını “aman AKP’nin eline koz vermeyelim” kaygısıyla kabullenme kolaycılığına kaçmadan bir emek siyaseti gerek Türkiye’ye.
Elbette Türkiyeli sosyalistlerin ve emek hareketinin bileşenlerinin bunu yapmak için bizim aklımıza ihtiyaçları yok. Halihazırda, çok zor koşullar altında bu mücadeleyi büyütmeye çalışıyorlar ve Türkiye’deki bir iktidar değişimi durumunda dahi kazananın yine sermaye olacağı bilinciyle mücadeleyi büyütmeye de devam edecekler. Bizim bu mücadeleye dayanışma göstermek ve Kıbrıs’ın kuzeyindeki emek hareketini büyütmek dışında elimizden başka bir şey de gelmez zaten, Türkiye siyasetini şekillendirmek bakımından. Yalnız bir de şu var, elimizden gelebilecek olan: Bu kez, olur da Millet İttifakı yönetime gelirse, 10 sene öncesine kadar AKP için Kıbrıslı Türk pek çok solcunun yaptığı gibi soyut ve altı boş bir “demokrasi” sloganı altında bu İttifak’ın güzellemesini yapmak ve peşine takılmak yerine, Türkiye siyasetinde emek bileşenlerinin ve sosyalistlerin sözüne kulak verip, demokrasiyi oralarda aramaya başlayabiliriz. Hoş, kendi memleketimizde dahi özel sektör çalışanlarını merkeze alan bir emek mücadelesine burun kıvıran, burun kıvırmasa bile omuz vermeyen, enerjisini Kıbrıs sorunu, kimlik siyaseti ve soyut bir demokrasi ile yurtseverlik zeminine dayayan baskın bir sol kültür olduğunu düşündüğümüzde, önce kendi içimizde kat etmemiz gereken çok yol olduğu aşikâr hale geliyor.