Bu dönemde Zülfü Livaneli kitaplarına ağırlık verdim.
Daha doğrusu öyle rast geldi.
Şimdi de kendi hayatını anlatan ‘Sevdalım Hayat’ elimde… Livaneli’nin doğduğu günden bugüne yakın tarihte, yakın coğrafyada gelişen olayları yine Livaneli’nin gözünde hatırlamamızı ve bilgilenmemizi sağlıyor.
Hayatının farklı yıllarında tanık olduğu olayları, içinden geçtiği dönemleri, kaleminin ustalığına yorduğum kolay anlaşılabilecek basit anlatımıyla yorumluyor sayfalarda…
Bu yorumlara ister katılırsınız, ister katılmazsınız ancak bazı yorumlarına eğer o dönemlere tanıklık etmiş kişiler iseniz katılmasanız bile durup düşünürsünüz… Bir kere daha o günleri yaşar, o dönemlerde kendi düşünceleriniz ve yaşam tarzınızı gözden geçirirsiniz.
Okullar
Livaneli, okul yıllarından söz ederken okulun kendisi için ne kadar gereksiz olduğunu anlatıyor çünkü onun aradığı şeylerin okul dışında olduğunu görüyordu;
“Okuldaki eğitim ise yavaş, tekdüze ve gereksiz geliyordu. Bu yüzden okulu hep zorunlu bir formalite olarak gördüm. Gerçek kültür ortamı ve bilgi okul dışındaydı. Değişik diller öğrenmek istiyordum, okul bunu vermiyordu. Okul, Türkiye’deki diploma koşullanması içinde, geçilmesi gereken bir köprü olarak algılanıyordu.”
Livaneli, Stockholm’de felsefe ve müzik eğitimi aldı, saygın üniversitelerde konferans verdi, birçok kitabı, edebiyat ve müzikte birçok ödülü, UNESCO’nun Büyükelçiliği var ama lisede sınıfta kaldı. Etrafımızda da görmüyor muyuz? Okulda vasat, hatta istenmeyen, yaramaz ama sonraki hayatında başarılı bir iş insanı, sanatçı veya siyasetçi… Okul sistemlerinde sorun olduğu ortada…
Okulun aslında vermesi gereken ama vermediği şeyleri eleştiren bir yazıyı ben de kızlarımın lise yıllarında yaşadıkları ve tabii ki bizim de deneyimlediğimiz şeylerden dolayı yazmıştım. Lisenin artık gereksiz olduğunu çünkü liseden sonraki eğitim için gerekli bilgilerin okulda değil, okul dışında özelde alındığını yazmıştım. Okul artık çocukların zamanından çalan zorunlu ama boş bir zaman diliminin geçtiği bir mekân olmuş durumdaydı. Halâ öyle çünkü üzerinden 3-5 yıl geçmiş durumda benim yazdığım dönemden… Gerçi Zülfü Livaneli’nin o eleştirisi daha fazla kendi isteğinin edebiyat ve sanat olması ama okulda onun olmamasıydı. Benimse aslında okulda olması gereken lise sonrası eğitime hazırlığın ve öncesinde sınav hazırlığının dışarıda olmasıydı. Sonuçta okul Livaneli’nin anlattığı 1960’lı yılların başında da, benim eleştirdiğim 2015 dönemi, öncesi ve sonrasında da aynıydı. İsteneni vermiyordu.
Farklı seçimler
Yine yakın tarihte siyasi yaklaşımlara bakış irdeleniyor ve belki de siyasi yelpazede yer alan akımlara ve onların temsilcilerine bakarken kendine göre saflığını anlatmaya çalışıyor Livaneli…
“Bugünlerden geriye bakınca her şeye çok safça yaklaştığımızı görebiliyorum. O zamanki inancımıza göre dünyanın her yerinde solcular iyi insanlardı, kan dökemezlerdi, hepsi çok kültürlüydü. Bu harekete girmelerinin nedeni insan sevgisi ve kültür özlemiydi. Solcu olan kişi kötülük yapamaz, yalan söyleyemez, kaba davranamaz ve insan kardeşliğine aykırı bir tutum içinde olamazdı.
O dönemde bilmediğimiz şey, sosyalizmin, ilkelliği aşmaya yetmeyeceği idi... Sosyalizmin Stalinist yönü, Türkiye’deki şiddet geleneğine eski bir kasket kadar uygun gelecekti ve sol, bazı gruplar tarafından incelik yerine kabalığın, yumuşaklık ve duyarlık yerine şiddetin maskesine dönüştürülecekti.”
Bu küçücük Ada’da bile solun da, sağın da siyasi yelpazede farklı farklı yerde durduğu biçimleri görülebiliyor… Tarihte de öyle, şimdi de, gelecekte de öyle olacak büyük olasılıkla… Yoksullukla mücadele, refah, eşit olmak ve demokrasi mücadelesinde farklı anlayışların farklı yaklaşımları oluyor… Sağın faşizmini, ırkçılığını ayrı bir yere koyuyoruz tabii… Ancak amaç farklı olsa da solda bazı grupların silahlı mücadele yöntemlerini seçmeleri Livaneli’nin de kitapta eleştirdiği bir konu ve “Sosyalizmin Stalinist yönü, Türkiye’deki şiddet geleneğine eski bir kasket kadar uygun gelecekti” saptamasını yapıyor.
Solculuk ve yaşam tarzı
Bir saptama daha yapılıyor kitapta ve solculuğun giyim tarzına kadar yansıyan ve 80’lere kadar uzayan ve benim de kıyısından tanık olduğum yaşam tarzı anlatılıyor;
“Önceleri bir aydın hareketi olarak başlayan ve entelektüel bir açlığı gideren sol hareket, yavaş yavaş aydınları ve kentlileri dışlayan bir köylü nefretine dönüşmüştü. Artık düzgün Türkçe konuşmaktan bile utanır olmuştu insanlar. Temizlik, kibarlık, kültür birikimi, yabancı dil bilmek gibi bütün erdemler, saklanacak birer kusurdu.”
Yabancı dil bilmek kusur sayılır mıydı bilmiyorum ama kalın, kirli kabanların solculuğun göstergesi olduğu yılları yaşadık. Kibarlık, kültürlü olmak biraz ötekileştiriyordu sanki… Kibarlığın halâ çok hoş görüldüğünü söyleyemem ne yazık ki… Biraz ‘dan dan’ olmak daha kabul edilebilir bir yaşam biçimi olmaya devam ediyor… Aydın olacaksınız, entelektüel olacaksınız, üreteceksiniz, düzgün ve belki biraz üst düzey bir yaşam biçimi süreceksiniz ama sınıf değiştirmek gibi de bir eleştiri alabileceksiniz hali hazırda…
***
Sonuçta kitaplar size kendi yaşamınızı da tekrar gözden geçirme fırsatı veriyor… Geçmişi, şimdiyi daha net görebilme ve geleceği de bu netliğin, en azından daha anlaşılabilir bir hayatın üzerine dizayn edebilme imkânı sunuyor…
Bu dizayn işi çok da farkında olunarak yapılan bir şey değil aslında… Yani ‘ben şu kitapta bunu okuduydum, onun için böyle yapmalıyım, öyle yapmamalıyım’ şeklinde gelişmiyor hayat ama o bilgiler beyninizin bir köşesinde hayatınıza nasıl devam edebileceğinizin yolunu habersiz olarak size işaret ediyor.
Ha, yok mu kitap? O zaman çok kolay… Bodoslama gidiyor hayat işte… Ne yaptığınızın farkında olmadan… ‘Yaşıyorum’ aldatmacasında… Boşlukta, öylesine ama hep mutlu!