Sevemeyen Dünya

Bir yere kök salarak, bir düzen kurarak güvenlik ve istikrar ihtiyaçlarımızı karşılarken bu düzeni gerektiğinde terk edemememiz durumunda ise kurduğumuz düzenin bizi boğan ve hatta ruhsal anlamda ölüme götüren bir hapishane olduğunu fark ederiz.

yakgunlu@yahoo.com
Yılmaz Akgünlü

Hayatı boyunca sevgi açlığı çekmişti. Sevgiye hasretti. Varoluşunun temel talebiydi sevgi. Ama hiç sevgi görmemiş ve zaman içinde katılaşmıştı. Sevgiye ihtiyaç duyduğunu fark etmemişti bile. Şimdi de bilmiyordu bunu. Sadece sevginin nasıl ifade edildiğini görmüş, yüreği hoplamış ve ne kadar güzel, yüce ve muhteşem bir şey olduğunu düşünmüştü.

Martin Eden- Jack London

Zihin nedir? Düşünceler nasıl oluşur? İnsan duygularıyla, his ve algılarıyla yaşayan bir varlık, ancak bu hisleri belirleyen şeylerden birisi de insanın düşünceleri. İnsanlık içinde var olageldiği evrenin bilinmezliklerini, gizemlerini çözmeye çalışırken düşünceler ortaya attı, ancak bu düşünceleri asırlar boyunca aynı kalmadı hep değişti, birçok yanlış düşünceye sahip ilkel kabile kültürlerinden günümüze kadar geldik yepyeni çok farklı düşüncelerle. Bugün “sevgi” diye bir düşüncemiz var. Dünyadaki belki de en önemli değer olduğuna inanıyoruz onun. Sevgi olmasaydı hiçbir şeyin anlamı olmazdı gibi geliyor bize. Her şeye anlama katan şey o. Buna rağmen gitgide daha çok sevgisizlikten söz ediyoruz. İnsanların ne doğayı ne kendilerini ne de başkalarını yeterince sevemediğini düşünüyoruz. O yüzden insanların birbirinden sevmekten çok nefret ettiğini ya da tam bir kayıtsızlık içinde olduklarını, düşmanlık ve savaşların bir türlü sona eremediğini düşünüyoruz. Sevgisiz ve bencil insanların çoğaldığını söylüyoruz. Peki eğer bu gözlemler doğruysa uygarlığın bunca nimetlerine karşın neden sevmek ve sevilmek konusunda şikayetçiyiz? Neden çoğu insan sevgi konusunda hayal kırıklığı yaşıyor? Eğer sevgi eğitim ya da toplumsal çabalarla kazanılabilseydi çoktan başarılı olunurdu. 2500 yıldan fazla süredir varlığını sürdüren tek tanrılı dinler, ahlaki öğretiler, edebiyat ve felsefe birbirimizi sevmenin öneminden bahsetmiyor mu? Peki bütün bunlara karşın neden ilgisizlik, sevgisizlik ve nefret gün be gün artıyor?

İnsan düşünceleriyle yaşar. Zihnimizden sürekli akıp geçen düşünceler olayları çoğu zaman eksik ve hatalı bir biçimde yorumlamamıza neden olur. Yani her şey düşünme biçimimizle ilgilidir, dünyayı eksik ve yanlış yorumlamak hatalı ve kalıplaşmış düşüncelerimizin ürünüdür. Bu kemikleşmiş düşünce yapısı hem kendimize hem de çevremize mutsuzluk ve giderek artan felaketler getirecektir çünkü biz düşüncelerimizden yola çıkarak eylemlerde bulunuruz ve dünyanın hatalı bir yorumu da hatalı eylemler ve bu eylemler de olumsuz sonuçlar doğuracaktır. O halde düşüncelerimizi fark etmemiz ve onları incelememiz gerekir. İçimizdeki bir taraf bu işi yapmayı alışkanlık haline getirip sessiz sedasız sürdürmelidir. Ama bununla da yetinemeyiz, hem okuyarak hem derin sohbetlerde sorgulayıcı bir düşünce tarzını sürdürmeliyiz. Yaşamı okumak ancak böyle mümkün olur, ama çoğu zaman yaşamı ve insanları doğru okuyamadan yanılgılar içinde yaşayıp gidiyoruz. Ortega Y Gasset Sevgi Üstüne adlı eserinde bu gerçeği çarpıcı sözlerle aktarmış:

Okur bir an durup da kendini çözümlemeye girişirse, "kendi" fikri ve duygularının büyük bir kesiminin kendisine ait olmadığını, bunların kişisel ben'inden kendiliğinden doğmadığını, tersine yoldaki tozun gelip yolcunun üstüne konması gibi, toplumsal çevreden gelerek onun içindeki en derin koyakta birikmiş başıboş fikirler ve duygular yığını olduğunu şaşkınlıkla -belki de korkuyla- keşfedecektir.

Aydınlar dahi yeterince düşüncelerini, öğretilerini, inançlarını sorgulamıyorlar. Örneğin birçok aydın dünyanın daha iyi bir yer olması, kötülüklerin azalması ve doğanın korunması gibi hedeflere sahiptir. Kısaca bunlara sevginin, paylaşımın, hoşgörünü hüküm sürdüğü bir dünya diyelim. Ancak dünyadaki acımasız ve yıkıcı düzenin kaynağının ne olduğu konusunda farklı düşünürler. Elbette bu doğaldır ama bu farklı düşüncelerin çarpışıp birbirlerini geliştirmesine ve daha kapsayıcı fikirlerin oluşmasına engel olmamalıdır. Farklı fikirlerin savaşı yaratıcı düşünmenin kaynağıdır, yeter ki o düşüncelere saplanıp kalmayalım yeni fikirlere kendimizi açalım.

Örneğimize devam edecek olursak dünyanın gidişatı ve krizleri üzerine düşüncen aydınların bir kısmı konunun sosyal ve politik olduğunu ve bireysel çalışmalardan çok toplumsal örgütlenmeye ve kararlı eylemlere ihtiyacımız olduğunu düşünür. Başka bir kesim politikanın ve örgütlenmenin insanlar değişmedikçe kalıcı bir etkide bulunmayacağına inanır. Bu iki farklı kutbun oluşturduğu yelpazede herhangi bir yerde olabiliriz, daha çok dışsal eylemlere önem veren ya da içsel çalışmalara odaklanan bir yaklaşımımız olabilir. Bu durumda düşünce yapımız eylemlerimizi etkileyeceğinden birçok konuda eksik ve hatalı düşünmemiz son derece olasıdır. Belki de daha en başta dünyayı değiştirme çabamızın bütün yönleriyle sorgulamamız gerekir. Ancak işin özünde dünyaya ve bize ne olup bittiğini ve daha mutlu bir düzene nasıl ulaşacağımızı düşünce, eylem ve yaşantılarımızın sürekli akışıyla öğreniriz. Düşüncelerimiz ve niyetimiz eylemlere, eylemlerimizde bazı içsel duygulara ve dışsal sonuçlara neden olur. Bu sonuçların acı tatlı sonuçlarıyla karşılaşan ve hem kendi içinde hem de dünyada bunları gözlemleyebilen birisi bu durumda daha doğru düşüncelere daha kapsamlı yorumlara ulaşacaktır. Niyetin eylemden önemli olduğunu birçok durumda gözlemleyebiliriz. Karşılaştığımız tepkiler mi önemlidir yoksa doğru ve eksiksiz niyetle eylemde bulunmak mı? Şekil mi öz mü? Böylece kendimizi, duygu ve düşüncelerimizi inceleyerek eksik ve yanlı düşüncelerinden kurtulma şansımız artacaktır. Görüşleri gelişen ve kutuplaştırıcı uçlardan kurtulan kişi çevresini olduğu gibi görmeye başlayacak, insanları hayatı ve kendisini daha doğru bir ışıkta değerlendirebilecektir. O halde tarafsızca ve değişime açık bir şekilde gözlemlemek dünyayı ve kendi zihninin işleyişini öğrenmenin ve dolayısıyla daha sevgi dolu yaşamanın en önemli pratiğidir.

Kendini ve dünyayı gözlemleyen kişilerim ulaşacakları en önemli sonuçlardan birisi, içinde başka insan ve canlılara karşı yapıcı bir sevgi ve şefkat duyan insanların daha anlamlı bir yaşam yaşadıkları olacaktır. Daha en başta, kendi içimizde sevgi duyma kapasitemizi kullandıkça, bencillikten kurtulup çevremizle etkileşime girdikçe, almayı ve vermeyi başardıkça dünyaya daha güçlü ve sağlam bir şekilde kök saldığımızı fark edebiliriz. Ama aynı zamanda kök salmanın özgürce hissedip davranmamızı engellememesi gerektiğini de görürüz. Bir yere kök salarak, bir düzen kurarak güvenlik ve istikrar ihtiyaçlarımızı karşılarken bu düzeni gerektiğinde terk edemememiz durumunda ise kurduğumuz düzenin bizi boğan ve hatta ruhsal anlamda ölüme götüren bir hapishane olduğunu fark ederiz. İstikrar ve güvenlik arzularımızı özgürlük, akış ve büyüme ihtiyaçlarımızla dengelemenin gerektiğini ama olgunlaştıkça bu değerlerin gelişimi yönünde daha çok risk almamız gerektiğini görürüz. Cesaret içsel olarak kendini onaylayabilmek, kimse seni onaylamasa dahi her ne pahasına olursa olsun kendi en derin duygu ve yaşantılarına sahip çıkabilmektir. Cesareti olmayan sevebilir mi? Ve sevginin bin bir türlü nimetlerinden faydalanabilir mi?

Ancak durum pek de öyle olmuyor.  Bizi daha çok insan yapacak, yaşamı coşku, huzur ve yaratıcılıkla yaşamamızı sağlayacak koşulları yaratmada cesur davranmıyoruz, risk almıyoruz. Kendi kabuğumuza kapanmak kolay geliyor. Çoğumuz, günümüz dünyasında belki her zamankinden daha fazla bireycilik, bencillik ve kendini dünyadan izole etme olgusuyla karşı karşıya olduğumuzu ve bu durumun bizi sevgisiz bir dünyaya mahkum ettiğini görüyoruz. İnsanların özellikle yakın ilişkilerde birbirini yeterince sevmediğini ve bu yüzden çok büyük yoksunluklar ve acılar yaşandığını gözlemliyoruz. Bundan şikayet ediyoruz değil mi? Tabii ki bu kavramların açılmaya ihtiyacı var. Bir kavramdan ne anladığımız çok önemli ve aynı kavram birçok farklı derinlikte ve hatta bazen de birbirine ters şekilde anlaşılabiliyor. Örneğin, birey olmak elbette kötü bir şey değildir, ama kendi benliğini duyumsarken başkalarını duyumsayamayan, empati kuramayan ve içinde başkalarıyla sağlam ve üretken bir bağ kuracak kadar sevgi ve şefkat oluşmayan insana “bireyci” diyebiliriz. Bencillik de yerine göre gerekli ve iyi olabilir, başkalarına daha çok sevgi verebilmek ve insanlarla anlamlı paylaşımlarda bulunabilmek için kendi sağlığımızı ve doğal yetenek ve eğilimlerimizi koruyup güçlendirme çabamız başkalarına bencilce görünebilir, ama gerçekte bu sağlıklı bir bencilliktir. Ve bazen kendini dünyadan izole ederek yalnız kalmak ve iç kaynaklarımıza dönmek sağlıklı bir durumdur.

Biz başkalarının bencil ve bireyci hale geldiğini söylerken bunu öncelikle kendi kurtuluşları ve iyilikleri açısından düşünmeliyiz. Peki biz bu bencilleşen insanlardan biri olabilir miyiz? İnsanların gitgide bencilleştiğinden şikayet etmemizin sebebi nedir? Acaba biz daha çok sevgi ve ilgi görmek istiyoruz da buna ulaşamadığımızı düşündüğümüzde mi toplumun gidişatından şikayetçi oluyoruz? Yani insanların bencilleşmesini ahlaki açıdan eleştirmek konuyu yanlış yorumlamak ve asıl konuyu ıskalamak olur. Ahlak toplumu ilgilendirir ve biz bencilliği ahlaki bir kavram olarak gördükçe onu daha da perçinleriz. İnsanlara çocukluktan itibaren bencilliğin ahlaken kötü olduğunu öğütledikçe onları da daha da bencil hale getirme şansımız daha yüksektir. Çünkü kişiler bencil görünmemek adına fedakar ve sevecen görünmeye başlayacaklardır ve bunun için doğal davranışlarından çıkıp “iyi insanı” oynayacaklardır. Kendisini ihmal edip, asıl duygularını bastırıp olduğundan daha iyi görünmeye çalışmak ve böylece toplumsal yolla oluşmuş vicdanında kendini onaylamak bir ölçüde rahatlatıcı olsa da uzun vadede yıkıcıdır. İnsan günün sonunda kendi kendine ve topluma yabancılaşmış biri haline gelir. Gizliden gizliye insanları önemsemeyen gerçekten bencil birisi haline gelir.

Bu durumda ne yapmalı peki? Daha en baştan toplumun bireyleri ne bencil ne de kendini hiç düşünmeyen tarzda yetiştirmemesi gerekir. İyiliği başkalarını her durumda mutlu etmeye çalışmak olarak değil kişinin kendi en derin güçlerini harekete geçirmek ve böylece mutlu olacağı bir yolu keşfetmek olarak tanımlamalıyız. Yani işe önce iyinin tanımından başlamak gerekir. Gerçek anlamıyla kendi potansiyellerini fark edebilen ve bunları geliştirip hayatında uygulayabilen biri doğal olarak iyi ve mutlu olacaktır. Bu bireycilik ve bencillik gibi görünebilir ama sadece geçici bir süre için öyledir. Çünkü kendisini birçok erdem ve yetenekle donatmış olarak toplumsal yaşama katılan bir kişi son derece iyi ve faydalı bir insan olarak çevresindeki insanlara doğru şekilde etki edecek ve mutluluk verecektir.

Bu yüzden günümüzde yaklaşık yirmi beş otuz yaşlarına kadar süren eğitim hayatımızı nasıl geçirdiğimiz hem bizim hem de toplumların uyumu ve mutluluğu için çok önemlidir. Ancak maalesef eğitim kurumlarında harcadığımız onca zaman içinde gerçek anlamda eğitildiğimiz anlar çok azdır. Kendimizi erdem ve doğal yeteneklerimizle donattığımız, gerçek anlamda eğitildiğimiz bu anları arttırmak ve sürekli kılmak nasıl mümkün olabilir? Bu konuda önümüzdeki engeller nelerdir?

Herhalde en büyük engellerden birisi maddiyat ve tanınmışlık takıntılı toplumlarımız olabilir. Artık çok az kişi insanları karakterleriyle tanıyıp takdir ediyor. Öte yandan maddi kazanımlar ve kişinin çevresinin genişliği başarılı bir insanın ölçütleri haline geldi. Maddi başarı üzerine yapılan bu vurgu da kişilerin karakterlerini ve manevi güçlerini geliştirme işini ikinci plana atıyor. Karakteri ve maneviyatı eksik kalmış insanlar ise dünyayı çarpıtmadan olduğu gibi görecek, çevrelerini, kendilerini ve evrenin yasalarını tanıyacak olgunluk ve bilgelikten yoksun olacaklardır. Bu yoksunluğun oluşum hikayesine biraz daha yakında bakalım.

Bir bebekken sevilmeye duyduğumuz ihtiyaç sevme ihtiyacımızdan çok daha yoğundur. Çünkü bir bebeğin büyüyüp olgunlaşana kadar geçen süreçte hayatta kalabilmesi ve benliğini olumlayabilmesi için sevgi ve ilgi görmesi kaçınılmazdır. Gelişimimiz boyunca sevilme ihtiyacımız yavaş yavaş sevme ihtiyacımızla bir denge kurmaya başlar, sağlıklı olan da budur. Yani hem sevmek hem de sevilmek isteriz. Çünkü sevebilmek insanın içine kapanıp yetilerini ve güçlerini kaybetmesini engeller, seven kişi sevdiği şeylere ve insanlara doğru akıp onları korumaya ve büyütmeye çalışır. Bu yüzden kendi bencilliğini aşmak zorunda kalır.

O güne kadar sağlıklı ve güvenli bir ortamda sevildiğini hisseden birey artık kendinden emin ve sağlam bir benlik hissi oluşturmaya başlamıştır. Benliği bütünleşmiştir, bu demektir ki az çok kendini tanımakta, ne olmak istediğini bilmekte ve çevresindeki dünyayla yapıcı bir biçimde bütünleşmeye başlamaktadır. Ancak bu bir son değil başlangıçtır, çünkü varoluşun sorduğu sorular, talepleri ve yüklediği sorumluluklar bitmez. Kişi duymazdan gelse de, bir zamanlar duyup sonradan kulağını tıkasa da bu sorulara verdiği cevaplar, yani bu sorular karşısında takındığı tavır ve giriştiği eylemler onun varoluşunun gerçek niteliğini belirler. Bu dünyaya sadece ait olduğu topluma bir şeyler katmak ve ondan bir şeyler almak için mi gelmiştir? Toplumun dışındaki o sonsuz görünen evrenin ve kendine verili sınırlı zamanın ötesinde ne vardır? Ve bunun kendi kişisel varlığıyla ne ilişkisi vardır? Bu sorular eğer kişi anlamlı bir yola sahipse o kişinin içinde bambaşka estetik, sanatsal, mistik, felsefi alanlar açar. Sonsuzluktaki kendi ulvi hikayesini duyumsamaya başlar. Bu hikaye aynı zamanda sevdiği ve paylaşımda bulunduğu insanlara kurduğu bağda saklıdır. Çoğu insan bu sorularla yüzleşmekten kaçar. Ama gerçekte içten içe her bilinçli varlık bu soruların meydan okumasıyla karşılaşır. Bu meydan okumayı göğüsleyebilen ve sınırsızlığa kendini açabilen kişi yer ve gök (sonsuzluk ve kendi geçici varlığı) arasındaki köprüyü kurmayı başarır. Bu köprüyü kuramayan ve varlığının indirgenmemiş sonsuzluğundan beslenemeyen insan bencilliğinden kurtulamaz ve sevemez. Sevmek muazzam bir içsel enerji gerektirir ve bu enerjiyi ancak evrensel kaynaklardan edinebiliriz. Evrenle, doğayla, yıldızlarla, kalbinin en uzak köşelerinden gelen ilhamla beslenmeyen kişi nasıl sevgi için gerekli bilgeliğe, enerjiye ve coşkuya sahip olabilir?

İşte çağımızın açmazı budur. Bugün düşünen ve yaşayan insanlar sevgi, yuva, ayrılık gibi konularda sorular soruyorlar. Herkes sevilmek istiyor. Ama çok az kişi sevebiliyor hakiki bir biçimde. Çünkü çok az kişi “Yoldan çıktığınızda yolunuz sınırsızdır” diyen Paul Tillich’in olma cesaretini gösterebiliyor.

Sevgi çok talep edilen ama az üretilen bir ürün aslında. O yüzden ekonomik bir benzetmeyle sevgi enflasyonu yaşıyoruz diyebiliriz. Sevgi hep pahalanıyor, ona ulaşmanın bedeli artıyor. Gerçek sevgi yerine onun sahte ikameleri olan çıkara dayalı ilişkiler ya da sosyal medyada alınan beğeni ve yorumlar ön plana çıkıyor. Bu yüzden sahte tüketim toplumunda insanlar diğer her şeyde olduğu gibi sevgide de sahte, içeriksiz ve verimsiz bir ilgiyi gerçek sevgi sanarak yaşıyorlar. Ancak bu sahte ilgiler doyurmuyor, hep açız. Kimse sevgi alamıyor, çünkü kimse gerçek anlamda sevgi veremiyor. Zaten sevgi elde etmek için sahtekarca yöntemlere başvurabileceğimiz bir şey değil. Çekiciliğinizle, paranızla ya da başka bir takım maddi özelliklerinizle ilgi görebilirsiniz. İnsanların size hayranlık duymasını sağlayabilirsiniz. Ama size gerçekten sevgi duyulmasını sağlayamazsınız. Çünkü siz gerçek sevgiyi duyumsamaya, yaşamaya hazır olmadıkça ve onu hak etmedikçe sevilemezsiniz. Sevgi yerine sadece iltifatlar, hediyeler, bağlanmalar ve eğlenceli saatler alırsınız. Kim olduğunu bilmeyen insan yanlış şeyi kendisi sandıkça onu büyütür ve geliştirir. Kendisi olmayan bir imgeyi, gölgeyi, tasarıyı kendi sanar ve sevgi alabilmek uğruna bu imgeyi parlatıp durur.

Sevgi alma saplantımız bizi anlamlı ve derin ilişkilerden uzaklaştırıyor. Bir insanla anlamı bir ilişki kurmak yerine onu sığınılacak geçici bir liman olarak görünce o insanı tüketiyoruz ve sonra da ondan sıkılıyoruz, bir kenara atıyoruz. Modern insanın çelişkileri bunlar işte. Oysa muhtemelen insanların doğaya uyum içinde yaşadığı zamanlarda sevgiyle ilgili bin bir slogan yoktu. Bir şeyin hakikatinin olmadığı yerde onun lafı da çok olur. Modern anlamsızlık ve boşluk çağı öncesinde insanlar kısa yaşam sürelerinde daha yoğun bir yaşam mücadelesi verirken, zorluklarla boğuştukları yoldaşlarına içten, doğal bir şekilde bağlıydılar. Geçici yaşamlarını egolarını değil ait oldukları topluluğu güçlendirmek için sürdürmek zorundaydılar. Aksi halde o topluluk çökerdi. Her dönem çevresini önemsemeden yaşayan insanlar vardı elbette. Ama çağımızda kendini yüceltme ve dar alanda kısa paslaşmalarla, geçici çıkar ilişkileriyle yaşama eğilimi korkunç bir düzeyde arttı. Modern bireyler çok fazla insan, çok fazla ilişki içinde aradığı sevgi ve bağlılığı bulamadan debeleniyor.

Sevgi emek isteyen bir iş, bu ister bir bitkiyi isterse bir insanı olsun değişmez, çağımızda bir şeylere emek vermeden ulaşmaya alıştık, belki de bu yüzden sevgi almayı vermekten daha çok önemsiyoruz. Benliğimizdeki bariyerleri kırıp kendimizi cesaretle aşarak sevmeyi öğrenmek zorundayız. Yoksa sevgisizlik içinde öleceğiz. İsabelle Allende, Violeta adlı romanında “Sevgi yetiştirilir, Camilio, tıpkı bir bitki gibi onu sulamak gerekir, oysa bizler onu ihmal eder kuruturuz” diye yazar.

Dergiler Haberleri