Her akşam, gün batımına yakın kocaman siyah bir masanın etrafında toplanırdık...
Günün ne kadar uzun ya da kısa olduğu, mevsimlerin yazı ya da kışı değildi rotamız...
‘Mesai’ diye duyduğumuz ama bilmediğimiz kavram, saate bakarak ölçülmezdi...
Bilirdik ki, ‘akşam toplantısı’ için gün batımına yakın bir zamanda ‘çağrı’ gelecekti...
***
Genel Yayın Yönetmenimiz Akpınar, iki parmağıyla yanaklarını çekiştirir, durur; hepimizi gererdi...
Elindeki kırmızı kalem, kimi anlarda, beyaz kağıdı değil siyah masayı da çizerdi öfkeyle, “Bu nasıl haber?” diye...
Böylesi akşam toplantıları geleneğini hiç bozmadım, senelerdir...
Şimdi, yine, her akşam...
Ve yine gün batımına yakın buluşuruz biz gazeteciler, sayfaları sereriz önümüze...
***
Yine dönelim o kocaman siyah masaya...
Akpınar, sekreterine seslenirdi, “Bana Sevgi Mithat’ı bağlayınız...”
İlk günler ‘kim’ diye bakınırdık...
Biz, Sevgi Yalman bilirdik....
O, hep Mithat!..
***
Şimdi anladım, nasıl da insanın ‘dilinde ve beyninde’ kalıyor, ‘soy isimlerin’ değişmez izleri...
Mesela Fayka!..
Benim dilimde ‘Arseven’ kaldı, ‘Kişi’ olamadı, bir türlü...
Kimi günler ön sayfada ‘Fayka Arseven’in haberi’ diye yazıyorsa, hata benimdir, biliniz ki!..
Ve çok haksız bir gelenek bu...
Mert ‘Özdağ’ kalıyor hep mesela...
Bir de tabii, ipteki çamaşırlar gibi ‘üç isimler’ çıktı ya başımıza, ‘maşa’yla tutturulmuş...
Buna da ısınamadım...
***
‘Meltem Sonay’ı mesela, kolay kolay kimse silemez dilimden...
Ve...
Bu akşam, O’nun kalbini de, bir başka kalbe bağlayacağız...
İmza atacak, bu kez sayfalara değil, yüreğine...
Yoksa, ‘devlet otoritesi’ için ‘evlilik belgesi’ne atacağın imza ne ki?
‘Resmen aşk’ olmaz sonuçta...
Tek otorite, yüreğin sesi...
***
Gün batımı, yorgunluksa...
Gün doğumu, bu işte...
Sevmek.... Deliler gibi...