Büyük zaferler ve büyük yenilgiler, küçük insan hikâyeleriyle örülüdür. Çok eskiden, cümlelerimiz henüz 140 karaktere sıkışmamışken, o küçük insan hikâyelerine kulak vererek anlamaya çalışırdık büyük zaferleri ve büyük yenilgileri…
Ama artık her şeyi, anında duyuyor, daha ne olduğu üzerine kafa yoramadan bir başka duyumla, ardından bir başka duyumla sarsıla sarsıla tepe sersemi oluyoruz. Şu son 3 ayda, “normal” bir insanın, “normal” bir toplumun 15-20 yılına yetecek güçte sarsıntılar yaşamışken, dönüp bakın, “bir çırpıda” kaç olay, kaç isim, kaç hikâye hatırlayabiliyorsunuz?
Sadece 2 ay önce 33 gencin katledildiği Suruç’u ancak 2-3 gün konuşabildik. Hâlâ hastanelerde parçalanan bedenlerini onarmaya çalışan gencecik insanlar var ve çok yakınları dışında hiç birimiz dönüp bir hal hatır soracak, davalarının peşine düşecek halde değiliz. O ilk şokla “Hesabı sorulacak” dedik, “Unutursak kalbimiz kurusun!” dedik ama karşımızda bu sözleri defalarca tekrarlamamıza yol açacak öyle korkunç bir güç, öyle korkunç şeyler yapmaya devam ediyor ki, kuruyacak bir kalp bırakmadı artık…
Aylardır “geliyorum” diyen bir iç savaşın içindeyiz işte. Bir yanda iktidarını her ne pahasına olursa olsun sürdürmekte kararlı bir siyasi güç, bir yanda 100 yıllık nefretini hiçbir zaman hafifletememiş bir devlet, bir yanda 7 Haziran’da elde edilen siyasi kazanımlara rağmen şiddete dayalı mücadele anlayışını terk etmeme konusunda kararlı görünen bir örgüt… Bir yanda azgın Türk milliyetçiliği, bir yanda geç uluslaşmanın olanca öfkesini biriktiren Kürt milliyetçiliği. Herkesin kendisini koşulsuz biçimde haklı ve mağdur hissettiği, herkesin bir öbüründen ölesiye nefret eder hale geldiği ve hiç kimsenin kimseyi duymaya yanaşmadığı bir savaş bu.
Cenazeden cenazeye koşturan toplum, çok kısa sürede ölümlere alıştırıldı. Artık sayılarla konuşuyoruz… Geçen hafta Dağlıca’da gerçekleştirilen saldırıda Hükümetin ve Genelkurmay’ın 24 saatlik sessizliği sırasında kaç askerin hayatını kaybettiğine dair spekülasyonlar havada uçuşurken gördük bunu. Hükümet ve Genelkurmay susarken fısıltı gazetesinin 30, 40, 50 askerin hayatını kaybettiğini yaymasından sonra yapılan “16 asker hayatını kaybetti” açıklamasıyla adeta “rahat nefes aldı” Türkiye! İşin korkunçluğunu düşünebiliyor musunuz? İnsanlar, 30-40 gencecik evladın hayatını kaybetmesi yerine 16 askerin toprağa düşmesinden bile teselli bulur hale geldiler… Hemen ertesi gün, 15 polis… Öte yanda her biri tartışma ve suçlama konusu edilen sivil ölümleri.
Ve Cizre… 1 haftadır, dünyanın en otoriter rejimlerinde bile eşi benzeri duyulmamış 7/24 süren bir sokağa çıkma yasağının tam 7 gündür sürdüğü ve İçişleri Bakanının ifadesiyle “elbette ilanihaye sürmeyecek ama sokağa çıkma yasağını henüz kaldırmayacağız” dediği Cizre… Küçücük çocukların kapıdan pencereden kafasını uzattığında keskin nişancılar tarafından vurulduğu, hastaneye gitmelerine izin verilmediği için evde kan kaybından öldüğü ve ölülerin evlerde buzluklarda bekletildiği Cizre…
Ve çorbacıların tarandığı Diyarbakır… Ve Kürt tarım işçilerinin nesi var nesi yok yakılıp yıkıldığı Ankara Beypazarı… Ve sırf gariban işçilerin “Kürt kıyafeti” giydiği için linç edilip Atatürk büstü öptürüldüğü Muğla… Ve İstanbul’dan Ankara’ya, Antalya’dan Denizli’ye tam 180 il ve ilçe merkezinde yakılan HDP binaları…
Herkesin birbirine “taraf olmazsan bertaraf olursun” dediği günlerdeyiz. Önceki gece abluka altındaki Cizre’de keskin nişancıların başından vurularak katledilen 10 yaşındaki Selman ile dün sabah Diyarbakır’da çorba servisi yaparken PKK’nin taradığı Şeyhmus’tan yana olmamız yeterli görülmüyor. Ya koşulsuz biçimde devletten, ya koşulsuz biçimde örgütten yana olmamız bekleniyor bu akıl dışı şiddet ortamında… “Ama Selman!” dediğinde, “Sus! Onlar da devlete baş kaldırmasalardı!” deniyor. “Ama Şeyhmus?” dediğinde “Sus! Sen önce devletin cinayetlerinin hesabını sor!” deniyor.
Sabah akşam televizyonlarda koca koca adamlar “Çözüm sürecinin daha en baştan bir yanılgı” olduğunu söylerken “haklı çıkmanın” tadını çıkarıyorlar. “Çözümün baştan itibaren bir aldatmaca olduğunu, Örgütün asla silah bırakıp sınır dışına çıkmadığını, çıkmak istemediğini” söylüyorlar. Mevcut durumdan hayli memnun tescilli ırkçılar, Kürt düşmanlığında birleştikleri AKP’ye “hah aklınız başınıza geldi mi?” derken, AKP bir kez daha pişkinlikle “kandırıldık” masalını tekrar ediyor…
Yalan söylüyorlar oysa… Çözüm sürecine anayasal, yasal statü kazandırmadıkları ve örgütün çekilmesi için gereken güvenceli ortamı yaratmadıklarını saklıyorlar toplumdan. “Çözdük” dedikleri “Kürt sorununda” anayasaya, yasaya bağlanmış hiçbir çözüm gerçekleştirmediklerini, “kazanım” dedikleri her şeyin iki dudak arasından çıkmış, yasal statüye bağlanmamış, uçucu ve geçici haklar olduğu gerçeğini saklıyorlar kamuoyundan.
Evet Kürtçe Televizyon var. Evet Kürtçe serbest. Evet Kürtçe kurs açmak serbest… Ama iki dudak arasında! Anayasal ve yasal güvenceden yoksun. Öylesine yoksun ki, Erzurum’un Tekman ilçesinde bir Kaymakam, genelge yayınlayarak kamusal alanda Kürtçe yasağı koyabiliyor… Genelgeyle “verilen” hakların, genelgeyle “alınabildiği” bir ülkede hiçbir sorun “çözülmüş” değil…
Başörtüsü yasağı nasıl ve ne kadar kalktıysa, Kürtçe yasağı da öyle ve o kadar kalktı bu ülkede: Genelgeyle… Yarın başka bir hükümet geldiğinde o genelgeleri, o kararnameleri bir çırpıda yok hükmünde sayabilir… Kazanılmış haklar mı? Boş versenize! Anayasal hükme bağlanmamış kazanılmış hak da neymiş?
Çözüm süreci boyunca örgüt silah depoladı diyorlar. “Doğrudur. Sen ne yaptın o süreçte? İstihbaratını, ülke genelindeki muhalefeti bastırmak, susturmak, 17 yaşındaki çocukları içeri attırmak dışında ne için kullandın?” sorularını yanıtsız bırakıyorlar.
Sabah akşam devletin cinayetlerinden söz ediyor öbür tarafta birileri… Arkadaş 80 vekil çıkarılan, İmralı’daki liderinin “artık silahlı mücadele anlamsızlaşmıştır” dediği, Cumhuriyet tarihinde hiçbir zaman bu denli meşruiyetin kazanılmadığı bir ortamda yeniden silaha sarıldın sen! Hem de nasıl bir günde? Suruç’ta 33 canın katledildiği günün ertesinde… Önce üçer beşer, sonra onar yirmişer ölümlere imza attın sen! Daha da vahimi, azgın milliyetçiliğin desteğini arkasına almış 400 vekil isteyen ve bunun için demokratik siyaseti paramparça etmeye yemin etmiş, gözü dönmüş bir devlet gücü karşısında Özyönetim ilanlarınla savunmasız Kürtlere ölüm davetiyesi çıkardın sen!
Özyönetim ilan ettiğin ilçelere, kentlere devletin saldığı gözü dönmüş ırkçılarla savunmasız halkı ve gerillacılık oynayan bir avuç genci karşı karşıya bıraktın! Ortaya çıkan vahşi katliam görüntülerini burnumuza dayayıp “Katliam var!” diyorsun şimdi. Doğru! Katliam var! Ve sen o katliamın suç ortağısın!
Cizre’ye ulaşmaya çalışan Demirtaş “Biz insanları HDP’ye çekmeye çalışırken, devlet insanları dağa itmeye çalışıyor” diyor çaresizlikle… Doğru… Ama beraberinde şunu da söylemezsek eksik bırakmış oluruz… Biz insanları HDP’ye çekmeye çalışırken, PKK da sersemce eylemleriyle insanları devlete itiyor!
Bütün bunlar olup biterken, Batıda “olayları Televizyonlarından izleyip” öfke ve korku içerisinde “kamu düzeninin yeniden sağlanmasını” bekleyen milyonlar, Cizre’de, Yüksekova’da, Diyarbakır’da “kamu otoritesinin sağlanması adına” sergilenen kepazeliklerin faturasını bütün ülkenin ödeyeceğini hesaba katmak zorunda. “Tıpkı 90’lardaki gibi” dendiğine bakmayın. Hiçbir şey 90’lardaki gibi değil. Artık ne devlet, ne örgüt cinayetlerini, hukuksuz vahşetlerini gizleyebilir ve birbirlerinin üzerine atarak sıyırabilir durumda değiller. Artık herkesin “isterse” her şeyden haberdar olabileceği bir ortamda “bilmiyordum” denebilecek günlerde değiliz…
Bütün mesele adil olmakta… Bütün mesele vicdanlı olmakta… Bütün mesele yanlışa yanlış, doğruya doğru diyebilmekte… Bütün mesele Leyla Zana gibi yiğit kadınların sesine kulak vermekte…
Ne diyordu 90’larda vatan haini diye saçlarından sürükleyerek TBMM’den çıkarıp attığımız Leyla Zana. önceki gün Cizre yolundaki o destansı konuşmasında:
“100 yıldır birbirimizi öldürüyoruz. Artık yeter! Artık yeter! Gençler ölmesin! Ölümleri seyredeceğime ölmeyi tercih ederim!”
Bu çığlık ya kör milliyetçiliğin duvarlarına çarpıp kaybolacak ya da Türk, Kürt, Laz, Çerkes, Ermeni, Rum, Yahudi, dindar, dinsiz, kadın, erkek tüm ülkeye yayılıp güçlü bir ortak sese dönüşecek… Zira artık dönüşü olmayan bir yoldayız…
------
ŞEYHMUSUM, BİR BARIŞ, BİR ÇORBA LÜTFEN!
Şeyhmus Sanır 22 yaşında. Diyarbakırlı bir Kürt çocuk… Çorbacıda garsonluk yapıyordu. Sabah kimbilir kaçta uyandı, bir önceki günün yorgunluğunu atamamıştı bile belki... Ama 22 yaşındaydı işte... Sabah işe gitti Şeyhmus. Öyle takım elbise, kravat gerektirmeyen bir işti onunkisi. Çorbacıda garsondu işte... Giydi önlüğünü, taktı kepini... Masaları sildi ve gelen müşterilere "Ne vereyim abime?" dedi, dönüp "Çek bir mercimeeek! Duble olssuuuun!" diye bağırdı muhtemelen...
3-4 polisin de tesadüfen aralarında olduğu mahalle esnafı, belki alışverişe çıkmış bir kaç aile, belki o gün parası ancak bir çorba içmeye yetecek 3-5 gariban çorbacıda Şeyhmus'un getirdiği çorbaları içiyorlardı... Derken silahlar patladı... PKK, "Devrimci Halk Savaşı Konseptine" uygun görmüştü anlaşılan garibanların gittiği bir çorbacıyı taramayı...
22 yaşındaydı Şeyhmus... Belki uzaktan gördüğü ve az sonra kendisini vuracaklarını bilemeyeceği PKK'lilere el etmişti "abeee! çorba verem mi?" diye....
Şeyhmus Sanır, çorba servisi yaparken katledildi bu sabah...Muhtemelen adını bir daha duymayacaksınız... Ama hiç değilse bir kaç kez çorba içerken aklınıza gelsin diye yazıldı bu yazı...
22 yaşında çorba servisi yapan Şeyhmus'ların aptalca bir savaşta öldürüldüğü bir ülke burası...
Çorba içebilmek için de barış istemek lazım önce...
Şeyhmus'um! Bir çorba, bir barış lütfen!