Kıbrıs’a ilişkin geleneksel yaklaşımlar, jeo-stratejik konumundan dolayı Kıbrıs adasının tarihi boyunca dış güçlerin müdahalelerine maruz kaldığını ve haliyle farklı medeniyetlerin kesişme noktası haline geldiğini ortaya koyar. Adanın siyasi tarihine hızlıca bakıldığında bile, Kıbrıs’ın nasıl bir kültürel yolculuktan geçtiği kolayca görülür. Elbette ki adanın kültür zengini tarihini bu basit cümleyle geçiştirmek mümkün değil ama konumuz bakımından şimdilik bu indirgemeci yaklaşıma sadık kalmakla yetinilebilir. Sonuçta Kıbrıs adası, tarihi boyunca, Antik Mısırlılar, Hititler, Persler, Romalılar, Bizanslılar, Haçlılar, Lüzinyanlar, Venedikliler, Osmanlılar ve de Britanyalılar gibi çeşitli güçlerce ele geçirilip yönetildi.
Yüzyıllar süren bu emperyalist sürecin ardından, özellikle İngiliz sömürge dönemindeki politika ve pratiklerin sonucu olarak, adada, bugün Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türkler olarak adlandırılan iki başat toplum ortaya çıktı. Bu iki toplumun yanı sıra, Maronitler, Ermeniler ve Latinler gibi azınlık toplumlar da oluşarak şekillendi. 1960’ta kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti ile adanın bu etnik toplumsal yapısı anayasal olarak da tescillenmiş oldu. Ancak bu sefer, tarihinde ilk defa, Kıbrıs’ın Kıbrıslılar tarafından yönetileceği bir düzen tesis edildi. Elbette, yine dış güçlerin – Türkiye, Yunanistan ve Birleşik Krallık – müdahalesinde ve himayelerinde. Nitekim, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Kuruluş Antlaşması, Birleşik Krallık’a iki egemen üs bölgesini süresiz temin ederken, İttifak Antlaşması da Türkiye ve Yunanistan’a 650 Türk ve 950 Yunan olmak üzere bir miktar askerini adada süresiz konuşlandırma hakkı tanıdı. Garanti Antlaşması ise, her üç ülkeye süresiz ‘garantör güç’ statüsü tanıyarak, 1960 düzeninin korunmasına yönelik kolektif veya tek taraflı müdahale hakkı verdi.
Üç garantör ülkenin anlaşması üzerine kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti, iki toplumlu varlığını sadece 3 yıl sürdürebildi, 1963 sonu itibariyle sadece Kıbrıs Rum toplumunun yönetiminde olan bir devlete dönüştü. 1963-1974 arası süren toplumlararası çatışmalar, Temmuz 1974’teki Yunan cuntasının darbesi ardından Türkiye’nin tek taraflı müdahalesiyle son buldu ve bugün hâlâ süregelen ‘donmuş çatışma’ dönemi başlamış oldu.
Kimileri bu donmuş çatışmayı barış olarak nitelendirse de sıcak çatışmadan yoksun olma durumu barışın tesis edildiği anlamına gelmez. Çünkü barış, basit bir savaş yoksunluğu şeklinde yorumlanamayacak kadar kapsamlı ve derin içerikli bir olgu ve sosyal bir süreçtir. Zaten yarım yüzyılı aşkın bir süredir içerisinde bulunduğumuz koşullar, donmuş çatışmanın barış olmadığını her gün bize çeşitli yollarla hatırlatıyor. Bu durumu, sadece yaşanılan olayların iç ve dış siyaset bağlamında yarattığı etkilerden dolayı değil, aynı zamanda toplumlar üzerindeki etkileri bağlamında da hissediyoruz. Her iki toplumun ayrı ayrı öğrendiği ve birbirine karşı beslediği korkular, travmalar ve güvensizlikler üzerinden de yaşıyoruz.
1963 sonu itibariyle iki toplum birbirlerinden ayrı yönetimlere doğru evrilirken, özellikle 1974 sonrasında adanın kuzey ve güney olarak ikiye bölünmüş olmasıyla, her iki tarafta da fazlasıyla milliyetçi ve dışlayıcı söylem ve politikalar oluşturularak hâkim bir hale getirildi. Bu söylem ve politikalar halihazırda var olan toplumsal korkuları, travmaları ve güvensizlikleri besleyerek, süreç içerisinde de karşılıklı etkileşim yoluyla birbirlerini sürekli olarak yeniden üretip durdular. Her ne kadar 1974-2004 yılları arasında müzakere masasında çözüm zemini olarak federasyonun görüşüldüğü iddia edilse de esasen Rum tarafı çoğunluğun tahakkümündeki daha üniter ve merkezi bir devletin, Kıbrıs Türk tarafı ise iki tarafın birbirinden daha bağımsız olduğu, daha esnek ve konfederal yapıya sahip bir devletin kurulması yönünde siyasi pozisyon ve tezler ortaya koydular. Bu süreç içerisinde, bırakın donmuş çatışma koşullarının esnemesini, her iki tarafın hâkim söylem ve politikaları giderek kemikleşerek, toplumsal güvensizlikler daha da güçlenmiş bir noktaya geldi. Adanın sınırlarla ikiye bölünmüş olmasının neticesinde birbirinden fiziksel olarak ayrılan iki toplum, kendi alanları içindeki milliyetçi söylem ve pratiklerle zihinsel olarak da birbirlerinden uzaklaştılar. Sonuçta, güven(siz)lik sadece müzakere masasında çözümlenmesi gereken bir sorun olarak kalmadı, aynı zamanda toplumlar arasında da aşılması gereken bir meseleye dönüştü.
Kasım 2002 itibariyle ivme kazanan Annan Planı sürecinin, özellikle Kıbrıs Türk toplumu açısından büyük bir kırılma teşkil ettiği yadsınamaz bir durumdur. Bu kırılmada Kıbrıslı Türkleri çözüm yönünde motive eden ana unsurlar, içerisinde bulunulan çeşitli siyasi, ekonomik ve sosyal krizlerin girdabından kurtulma istenciyle, çözümle birlikte adanın AB içerisinde birleşecek olması ve artık hem kendi yurtlarında hem de dünyada bir statüye ulaşacak olmalarıydı. Ancak, eğer Annan Planı Kıbrıslı Rumlar tarafından da kabul görseydi, adada kapsamlı bir çözüme varılmış olunacaktı, yine de toplumlararası barışa hala ulaşılmış olunmayacaktı. Elbette ki her iki halkın da birleşme ve çözüm yönünde irade ortaya koymuş olmaları, toplumsal olarak güçlü olan güvensizliklerin yumuşamasına mutlaka hizmet edecekti, ama tamamen ortadan kalkmış sayılamayacaktı. Zaten Kıbrıs’taki siyasi liderliklerin çoğu, toplumlararası güven inşasının ve nihayetinde sürdürülebilir bir barışın ancak nihai olarak siyasi çözümün sağlanmasının ardından gelebilecek bir süreç olduğuna inanmaktaydılar.
Konuya bu çerçeveden bakıldığında, bir çözümle birlikte dahi, toplumların mevcut güvensizliklerinin zaman içerisinde ortadan kalkacağı bir güven inşası sürecinin yaşanması ve sürdürülebilir, kalıcı barışın tesis edilebilmesi için yürünecek daha çok yol olduğu net bir şekilde görülür. Bu bağlamda, toplumsal dinamikler ile siyasi aktörlerce ortaya konan tezlerin kesişmesi büyük önem taşımaktadır. Nasıl ki zamanında milliyetçi, ayrılıkçı tezler toplumlardaki korkuları ve güvensizlikleri körükledi, bugün de ancak çoğulcu, kapsayıcı tezler adada bir barış ve güven inşası sürecine katkı koyabilir. Nasıl ki 2004’te federasyon temelinde çözümü savunan siyasi aktörlerce ortaya konan tezler toplumsal dinamiklerle birleşince Kıbrıslı Türklerin siyasi iradesini dönüştürdü, ancak Rum tarafında siyasi liderliğin federasyon karşıtı katı siyasi tutumuyla Kıbrıslı Rumların çözüm iradesi canlanıp hayat bulamadı, bugün de ancak siyasi söylem ve tezlerle toplumsal dinamiklerin kesiştiği noktada, adanın her iki tarafında çözüm ve barış yönünde bir ivme yakalanabilir.
Bu nedenle, hem adada kapsamlı bir siyasi çözüme ulaşma hem de toplumlararası güvenin ve kalıcı barış ortamının tesis edilebilmesi bakımından, siyasi aktörlerin müzakereler düzleminde federal temelde güç paylaşımı ve ortaklığa dayalı kapsamlı çözüm söylemini duraksamadan çoğaltması bir gereklilik olmakla birlikte, tek başına yeterli değildir. Siyasi aktörlerin aynı zamanda toplumlar arasındaki güvenlik sorunsalını ortadan kaldıracak şekilde yine toplumlar arasında güven inşasını tetikleyecek söylem ve tezler ortaya koymasına ve toplumsal dinamikleri canlandırmasına da ihtiyaç vardır. Kapsamlı siyasi çözüm arayışları ile güven artırıcı ve güven inşa edici süreçlerin birlikte ilerletilmesi hem bir çözüme ulaşılmasına hem de ulaşılabilmesi durumunda çözümün sürdürülebilirliğine katkı koyacaktır.
İçinde yaşadığımız coğrafyanın koşulları elbette görece olarak belirleyicidir, ancak mutlak ve değiştirilemez bir kader değildir. Yarım yüzyıla yakındır bu adada maruz kalınan ağır Temmuz sıcağı ve beraberinde getirdiği soğuk çatışmanın ötesinde bir geleceğin hayal edilip yaşam bulabilmesi için öncelikle Kıbrıs’ın içinden yeşeren çok katmanlı ve kapsayıcı bir toplumsal dinamiğin öneminin farkına varmamız şarttır. Aksi takdirde, bu adada Temmuzlar hep ağır olmaya devam edecek, biz de bunu kader zannetmeye mahkûm olacağız.