Geçtiğimiz günlerde Sabancı Üniversitesinin düzenlediği ‘Sinema ve Politika’ başlıklı konferans dizisi çerçevesinde Derviş Zaim’in Gölgeler ve Suretler filminden hareketle bir tartışma yaptık. Derviş Zaim ile birlikte katıldığımız etkinlikte Kıbrıs’ta şiddet, kimlik ve bellek konuları kadar, Türkiye aydınlarının Kıbrıs Sorununa bakışına da değindik. Zaim’in filmini izleyenler hatırlayacaklardır: Film, 1963/64 çatışmalarını konu alıyor ve çarpıcı bir sonla noktalanıyor. Yavaş yavaş başlayan gerilim, filmin son sahnesinde kimin kimi neden ve niçin öldürdüğünün belli olmadığı bir şiddet sarmalıyla doruğa yükselir.
Özellikle filmin son sahnesinde insanların kendilerini kaptırdığı şiddet ortamı aklıma şiddet üzerine çalışan Fransız psikanalistlerinden Rene Girarad’ın trajedi üstüne söylediklerini getirdi. Trajedilerde şiddet ortamına kapılan insanların dramı anlatılırken şiddetin işleyişi o kadar ‘gayri-şahsi’, sonuçları da o kadar dehşetengiz gösterirler ki, her hangi bir değer yargısında bulunmak, ‘zayıf’ ve ‘güçlü’, ‘haklı’ ve ‘haksız’ karakterler arasında ayırım yapmak imkânsız hale gelir. Girard şöyle der: ‘Yunan trajedilerinde şiddet, çatışan taraflar arasında bütün farklılıkları siler. Çatışma ne kadar trajik boyutlara ulaşırsa, ortaya ‘şiddet-taklidinin’ çıkması o kadar muhtemel olur. Kavgaya tutuşanlar arasındaki benzerlik giderek daha da büyür ve sonunda taraflardan biri diğerinin aynadaki sureti haline gelir.’
Bilhassa çatışan taraflar arasında simetrik güç ilişkisi varsa, Gregory Bateson’un dediği gibi, ‘iki taraf da aynı oyunu oynar. Göze göz, dişe diş, vuruşa karşı vuruş. Saldırının karşılığı saldırana saldırarak verilir, zararın karşılığı da zarar verene zarar vererek. Sen ne yaparsan ben de aynısını, hatta daha fazlasını yaparım, hem de daha büyük bir tutku ve sertlikle. Karşılıklı saldırı amansız, acımasız, insafsız bir rekabete dönüşür. İki taraf da, eylemlerinin ne kadar katı kalpli ve kana susamış olursa, rakibin saldırıyı göze almadan önce iki kere düşünmesi ve sonunda da havlu atması ihtimalinin o kadar artacağına inanır.’ Kuşkusuz, böylesi bir husumet ortamı kısır bir döngü içinde iki tarafın da yok olmasına yol açar. Şiddetin kaynağında, başka birçok faktörle birlikte, korkunun ve tehdit algısının yer aldığını biliyoruz. Size kötü bir şey yapılacağını düşünürseniz, erken davranıp ‘koruyucu bir önlem’ olarak şiddete başvurabilirsiniz. Nitekim “Bosna Kasabı” olarak ün yapan Karadziç Bosna’da yaşanan etnik şiddete dair buna benzer şeyler söyler: ‘herkes diğer tarafın bir şeyler yapmaya niyetli olduğundan şüphe ediyor, bu yüzden, kendilerine korkunç bir şey yapılmasını önlemek için, bunu önce kendileri karşı tarafa yapar. Olayları yaratan budur. Şiddetin ve kaosun doğası böyledir. Akıl dışılığın patlamasıdır.’
Kıbrıs etnik şiddetle 1950’li yıllarda tanıştı. Şiddeti ‘etnik nefretten’ çok, ‘amaç uyuşmazlığı’ tetikledi. Kıbrıslı Rumların ‘hak ve hürriyet’ olarak gördükleri ‘Enosis’i; Kıbrıslı Türkler bir tür ‘felaket’ olarak görüyorlardı. Kavga da bundan çıktı. Tabii ki sömürge yönetimi bu kavgayı daha da kızıştırdı. Enosis için savaşan EOKA örgütünün karşısına yardımcı polis ve komando olarak görev yapan Kıbrıslı Türkleri çıkardı. Bunların sayısı 1958 yılında 1770’e ulaşmıştı. Öldürülen her Kıbrıslı Türk polisin ardından Kıbrıslı Rumlara karşı saldırıya geçildi. 7 Haziran (1958) provokasyonundan sonra şiddet iyice tırmandı ve 109 insanın canına mal oldu.
1960 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti Kıbrıs Rum toplumunda büyük düş kırıklığı yarattı ve hınç duygusunun artmasına yol açtı. Burada hınç kavramıyla, kendisini engellenmiş, haksızlığa uğramış, layık olduğu statünün altına çekilmiş olarak gören insanın veya insan grubunun duyduğu öfke ve intikam duygusunu kast ediyorum. Kıbrıs Rum toplumu statü kaybına uğradığını düşünerek Kıbrıs Türk toplumuna karşı hınç duymaya başladı. Kanımca, 1963 yılının sonunda başlayıp 1964 yılı boyunca devam eden ve Kıbrıslı Türklerin ağır kayıplar verdiği şiddet büyük oranda bu duygunun sonucuydu.
Ne var ki, şiddeti ‘anlamak’ ve anlatmaya çalışmak başka, ama ‘aklamak’ bambaşka bir şeydir. Buradan çıkaracağımız sonuç, hiç kimsenin kabahatli olmadığı bir ‘trajedi’ veya ‘öznesiz bir süreç’ yaşandığı şeklinde olmamalı. Böyle bir yaklaşım yüzleşmeyi engellediği gibi şiddeti aklamaya kadar varabilir. Bu yüzden, şiddetin nedenleri ve kaynakları ne olursa olsun, sorumluluk almaktan ve yüzleşmekten kaçınmamalıyız. Kaçınırsak bugünkü durumu sürdürmeye devam ederiz. Yani, bir yanda ‘Den Ksehno’ diğer yanda da ‘Unutmayız’ sloganları atan ama kendisinin yaptığı kötülükler karşısında Amnesia’ya (unutkanlık) tutulup kendi faillerine Amnestia (af) uygularken, ötekinin yaptıklarını ısrarla hatırlayan ve affetmeyen paradoks tavırlar içinde bocalayıp dururuz.