Yılmaz Akgünlü
yakgunlu@yahoo.com
Bir. En gizemli sözcük. Anlamını bildiğimize kesin gözüyle bakarız. Peki nedir gerçekte bir? Onu en yakın komşuları sıfır ve ikiyle tanımlamaya çalışalım. Sıfır yok olan şey, hiç olmayan şey. İki ise bir artı bir. Bir, bu ikisinin ortasında durur. Hem sıfırı var eder hem de ikiyi. Diyelim ki başlangıçta sadece sıfır olsaydı, bir olur muydu? Başlangıçta hiçbir şey olmasaydı, hiçbir şey olmadığını bilen biri ilk kez kendisi bir olmuş olurdu.
Bütün bunların aslında ne anlamı var? Sıfır, bir ya da iki. Var oluşumuzla bağlantıları ne? Onlardan yola çıkarak bir şeyi anlayabilir miyiz? Bunlara en önemli üç sayı diyebiliriz. Çünkü her şey bu üçünden türer. Ama kavramların matematiksel anlamından çok, bir de yaşamsal anlamları var. Ki bu yaşamsal anlam öznel bir dalga boyunda titreşmekte. Sıfır, bir ve iki yaşamın en temel akışını düzenleyen sır. Belki de evrendeki her şeyi bu üçüyle ve bu üçünün birliğiyle açıklayabiliriz. Uzaklarda bir ışık parlar ve söner. Işığın yanması birdir, sönmesi ise sıfır, yanıp sönmesi ise birlikte iki. Kalbimin her vuruşu bir, arada kalbimin vurmadığı bir an, sıfır. Kalbimin çarpmasının bilincine varmam ise iki. O halde insan bilinci ikidir. Bir nefes alış veriş içinde evrenin tamamının bilincine varırım. Tam bir nefes alış verişin bilincine varmak bütün her şeyi görmek için yeterlidir. Çünkü nefes, ya da kalbimin tik takları evrendeki tek gerçek eylemdir. Bu sözcüklerin üzerine yazıldığı boş zemin sıfırdır. Üzerindeki yazı bir, ve bu yazıyı okuyan insan bilinci iki. Bütün sorunumuz işte bu ikide. Eğer sadece sayfanın boşluğu ve yazı olsaydı ve ben okuduklarımın dışından duran bir bilinç olmadığımın bilincine varsaydım, tam o noktada aydınlanmış olurdum. Ancak aydınlanmanın devam etmesi için de her bilincine vardığım anı nefesimin boşluğuna dönerek yok etmem gerekirdi. Ve işte sonra nefesimdeki boşluğa anbean dönerek onu yok etmem, evrenin kendi sonsuz boşluğundan yeniden ve yeniden doğarak sonsuza kadar hiç var olmadan var olmasının sırrı olurdu. Buna içsel bütünlük diyebilir miyiz?
İçsel bütünlük ne demektir? Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki kendimizi bir türlü bütün hissedemiyoruz. Ya kadınız ya erkek, ya yaşlıyız ya genç, ya güzeliz ya çirkin, ya ölüyüz ya da diri. İstesek de istemesek de bir uca doğru sürükleniyoruz. Çoğu zaman da bize kolay geliyor bütünlük için savaşmamak. Dünyadaki olayları toplumsal siyasi oluşumlar olarak, sorunlarımızı politik olarak algılıyoruz. Ya da tam tersi her şeyin psikolojik ya da içsel olduğunu düşünüyor bazılarımız. İkisini birden bütünleştirecek bakış açıları geliştirmek bambaşka zorlu bir çaba istiyor. Bu bakış açısına varsak da bunu uygulamaya geçirmek pek de kolay değil, gene komşumuz açken uyuyabiliyor, gene ötekine yabancı yaşıyoruz.
Eğer dünya tek bir devasa organizma, kendi kendinin nedeni olan bir töz olmuş olsaydı, ya da biz onu öyle görebilseydik kendimizi bölünmüş ve parçalanmış hissetmezdik. Eğer ölüp de yeniden doğsaydık, gece olunca nasıl sabah uyanmamaktan korkmazsak ölmekten de korkmazdık, o yüzden “bir güne-bir yaşama” bu kadar saldırmazdık her şeyi yaşamak ve tüketmek için. Eğer dünyayı ve doğayı kendimden aşağı bir şey olarak görmeseydim ona bu kadar yıkıcı davranmazdım. Eğer kadını ve erkeği karşıt cins olarak görmeseydik onu anlayabilir ve onun özelliklerini ve güçlerini içselleştirebilirdim.
Peki bunlar gerçekten mi ayrı şeyler? Yoksa biz mi onları ayrı ayrı varlıklar gibi algılayan bir zihne sahibiz? Şu karşımda gördüğüm insan benden ayrı bir oluşum mu? Elbette ki öyle, onun benim pek de bilmediğim bir hikayesi var. Kim bilir nasıl koşullar onu bu biçime sokmuş, nasıl etkilerle dövülmüş kişiliği. Ama bir bakıma herkes ve var olan her şey aynı evrensel yasalara tabii değil mi? Herkes bir iyi bir kötü dalgalanıp durmuyor mu? Bu iniş ve çıkışlardan azade olan biri var mı?
Elbette ki var. Çünkü bu iniş ve çıkışlar aslında doğada olup bittiği için acı vermiyor bize. Biz onları farklı ve zıt olgular olarak algılayacak bir şekilde koşullandırmışız aklımızı. Oysa onlar aynı paranın iki farklı yüzü gibi iç içe geçmişler. Varoluşumu aklımla bütünleştirsem de yaşamın derinlerde yatan işleyişini, gözlerden kaçan anlamını verebilir mi bu akıl?
Tek ve bütün olmak bizim meselemiz. Bunun dışındaki her eylemimiz korkunç bir acıya ve yalnızlığa itiyor bizi ve çevremizi. Ancak biz kendi içimizde tek ve bütün olmadan çevremizle nasıl bütünleşebiliriz ki? Peki nasıl tek ve bütün olabiliriz? Bir olmanın gerçek anlamı nedir? Bu kimliğini, özgün ve özgür bireyselliğini yitirmek midir? Bir olmakla milli, dini ya da ideolojik bir itaat mekanizmasına yenik mi düşeriz? Neyle bir olacağız? Bir olma fikri de bizi korkutan, varlığımızı yitirmemiz hissine neden olan bir fikir midir? Varoluşun, evrenin ya da tanrının kucağında eriyip gidecek miyiz? Herkes gibi olup, silik ve kişiliksiz varlıklara mı dönüşeceğiz?
Gerçeğe düşüncelerle yaklaştığımız zaman bir olmak bile korkunç bir kabusa dönüşür. Bir olmak bize ikiyi üçü, yani parçalanmayı çağrıştırır. Ya da bir olmak bize sıfır olmayı düşündürür. O zaman bir değil hiç olmuş oluruz. Bu yüzden insanın çevresiyle uyum içinde yaşadığı bir bütünleşmeyi kendi bireyselliğinin yok olduğu kalıcı bir erime durumu gibi algılamak da hata olurdu. Biz bu çağda iyileşmek istiyoruz. Bir olmak ya da kendisiyle bütün olmak sadece bir ifade biçimi. Ancak ifade biçimleri arkalarındaki gerçek anlam ve duyguları kaybettikleri zaman son derece zararlı hale geliyorlar. Bu yüzden Zen ustaları aydınlanma yolundaki öğrencilerini eğitirken öğrencinin kendisini her şeyle bir hissettiği noktanın en tehlikeli nokta olduğunu bilerek, öğrenciyi o birlik hissinden bile özgürleştirmeye çalışırlar. Kendimizi bir ömür boyu yalnız ve çevremizden kopuk hissettiğimiz için ansızın gelen bu birlik hissi çok çekici gelebilir. Ancak gerçekliğin daha da ötelerine doğru yol almalıyız. İçinde bulunduğumuz, bizi yarattığına “inandığımız” bu evrenin sırrını bulduğumuzu sanmakta çok acele edebiliriz.
Bir olmanın felsefesine sonra döneriz gene. Bütünleşme düşüncesi son derece acil ve günlük yaşamla ilgili bir şey aslında. İki insanın anlaştıklarında el ele sıkışmaları gibi ya da iki dostun sımsıkı sarılıp kucaklaşmaları sadece sembolik bütünleşme çabaları değildir. Bütün olmak en insani ihtiyacımızdır. Ne zamanki bir konuda duygularımız düşüncelerimizle bütünleşemez acı çekmeye başlarız. Ne zaman ki yaşadığımız an ve ortama yabancılaşalım kendimizi verimsiz ve anlamsız hissederiz. O halde bütün dünyayla ilişkimi en soyut zihinsel düzeyden en somut günlük yaşamıma kadar bütünleştirecek bir bakışa ve yaşantıya ihtiyacım var.
Bugün en acı bölünme biçimini duygu ve düşüncenin ikiliğinde görürüz. Duygularımız düşüncelerimizle bütünleşemeyince genellikle hasıraltı edilir ve bizler en yüce ve güzel duygularımızdan kopuk yaşamaya zorlanırız. Düşüncemiz genellikle toplumsal olanı, iyi ve doğru olanı temsil eden katı ve değişmez olduğu varsayılan gerçeklerle ilgilenir. Oysa duygularımız dinamik ve akıcıdır. Ancak duygularımız da bazen çiğ ve yüzeysel coşkulardan ibaret olabilir. Düşünce ve duygu dinamik bir şekilde etkileştiklerinde ise duygu ve düşüncenin bütünleştiği daha üst düzey bir duygulanıma ulaşabiliriz. Bu düzeyde duygular rafine olmuş ve istikrar kazanmış, düşünceler ise ikiciliklerinden kurtulmuştur. Duygularımız düşüncelerimizden yüzlerce kat daha hızlı, kapsayıcı ve yaratıcı olabilirler. Tam da bu yüzden son derece yıkıcı da olma potansiyeline sahiptirler. Bir insan biyolojik etkilerin de sonucunda çok hızla öfkelenebilir ya da heyecanlanabilir. Bu ani duygulanımların yıkıcı ve tabii ki yapıcı da etkisini önleyen şey, milyonlarca yıllık evrimde insanın aklıyla duygularını denetleyebilme gücü kazanmış olmasıdır. Ancak bu denetim öylesine aşırı güçlenmiştir ki insan duygularının ve içgüdülerinin gücünden kopmuş ve son derece sığ bir duygusal yaşama hapsolmuştur. Milyonlarca kişiden oluşan insan topluluklarını yönetebilmek için onları korku duygusunun güdümüne sokan toplumsal mekanizma bu korkuları akılcılaştıracak birkaç düşünceyle insanları yönetebilir hale gelmiştir. Para, başarı, düzen, mutluluk, güvenlik işte bu düşüncelerin en önemli ayaklarını oluşturur. Duygusal dünyamızda ise çok az şey vardır. Öfke, kıskançlık, umutsuzluk ve çaresizlik gibi olumsuzların yanında sanki olumluymuş gibi benimsetilen duygular da vardır, mesela heyecan, coşku, başarma hissi, başkalarına acıma, kendini önemseme gibi duygular.
İnsan, deneyimlerini birleştirici, bütünleştirici duygular ya da ilkelerle anlamlandırır. Karmaşık bir algının insan için var haline gelmesi, deyim yerindeyse bir Gestalt olabilmesi, insanın onu kendi benliğinin bütünlüğü içinde bir yere koyabilmesiyle mümkündür. Eğer algı diye bir şey oluşmuşsa o algıyı çevreleyen bir arka plan olmalıdır. Kayak yapan bir adam dağda ve karların içinde olmalıdır, ya da bir kayak pistinde. Eğer arka plan oluşmamışsa ya da yeterli kontrastı veremiyorsa algı da yarım yamalak ve tatsız olacaktır, hatta belki de hiç oluşmayacaktır. İnsan duyguları ya da düşünceleri de bir akış içinde değişen, canlı bir varlık gibidirler, bizim özümüzü oluşturan, özümüze doğru bir yolculuk hissi veren bir yaşantı gibi.
Gestalt psikolojisinin figür ve zemin ikiliği fikrinden hareket edersek anlamlı bir yaşantı için gerekli olan unsur onu ortaya çıkarıp belirginleştirecek bir arka plandır. Arka plan görünürde arkadadır ama aslında önde olana anlam katar ve onu bilinip görünür hale getirir. Onun bütün güzelliğini ya da korkunçluğunu ortaya çıkartır. Tıpkı Amerika’da bir zamanlar bir eylemcinin tüfeğin namlusuna çiçek sokması gibi. Tüfeğin çirkinliği, acımasızlığı, sertliğiyle çiçeğin güzelliği, masumluğu ve yumuşaklığı ne kadar büyük bir tezat oluşturur.
Bir düşüncenin gerçek olmasıyla ilgilenmeyiz, o düşünce zor ve imkansızsa onu gerçek olsa bile yok sayarız, inkar eder ve tersini kolay olanı, savunulabilir olanı benimseriz. İşte zor bir düşünce: Bir olmak, yaşadığımız şeylerle aramızda hiçbir ayırım kalmayacak kadar bütün olmamızdır. Ben ve sen, ben ve O arasındaki ikilik ortadan kalkmıştır. Düşündüğünü düşünen bir benlik yoktur. Bu nedenle her düşünce geldiği gibi gider ve sonsuz boşlukta kaybolur, bu da beni düşüncelerden özgür kılar, yaşamımı sürekli tazeler. Karşımda benden ayrı bir insan yoktur, O bizzat benim başka bir görünümümdür. O zaman o insanı kendim gibi, gereği gibi sevebilirim. Yürüdüğüm sokakta benim, yaşadığım ülkede, dünyada. Bu dünyanın ötesindeki şeyler de benim, ister onları fark edeyim, hayal edeyim ya da etmeyim. Dünya bile bir isim, dünya isimsiz olabilirse onu da unutabilirim ve dünyayı bile aşarak daha büyük şeylerle akarım. Ama aslında daha büyük şeyler bile yoktur ki, en küçük şey ya da en büyük şey arasındaki farkı kim yarattı? Mutluluğumuza ne zaman kim bir sınır getirebilir ki? Sadece dünyanın yasalarına uymak gerekir bu sınırsız mutlulukla beraber yaşamak için. Bütün gün yatakta yatıp uyuşmak zihnimi kapatırsa ve bütünleşmemi engellerse uyanıp diri yaşamalıyım. Diri yaşamak beni yorarsa kendimi yatağa atar ve bir ölü gibi uyurum. Yaşamla akmak sadece benim dünyayla bütün olmam değil, dünyanın da benimle bütün olmasına izin vermem demektir. Hiçbir düşünce yoktur ki düşünülemesin, dünyada ortaya konmuş her şey gerçektir: İkici bakış açıları ve konuşmalarla aldatılmayalım. Konuşmalarıyla bizi kirleten insanlardan uzak duralım. Yasa budur: Kendini koru, sadece bedenini değil, zihnini de başkalarının ve hatta kendinin yanıltıcı, bölücü düşüncelerinden uzak tut. Evrenin yasaları tartışma konusu değildir, canlıdır ve yaşar. Bir yerde yazılı değildir. Bir taşa tekme atarsanız ayağınız zarar görür. Suyun içinde nefes alamazsınız, aç ve susuz yaşayamazsınız. İnsanlara yardım etmeden ve insanlardan yardım almadan eksik ve sakat kalırsınız. Hep kendini düşünen kendinden mahrum kalır. Hep başkasını düşünen başkasından mahrum kalır.
Bir olmak için bir çaba harcamama gerek yok. Birsem zaten birim, bunun gereğini yapmak için çalışmam yeter. Bunun gereğini her an uygulayacak bir yolum olmalı. Bu yüzden bazı öğretiler ve pratikler gereklidir. Ahlak bu yüzden gereklidir. Büyük yol bu yüzden gereklidir. Taocular büyük yol ortadadır ve geniştir, herkes kolaylıkla yürüyebilir ama kimse yürümez der. İnsanlar kendi benlik imgelerinin de başkaları hakkında sahip oldukları bir imge gibi olduğunu unutmuşlardır, kendi benlik imgemizi kendimiz sanırız. Ve bu nedenle kendimizi dünyadan ayrı görürüz. Bu dünyanın bir parçası değilsem neyin parçasıyım? Ben bu dünyadan ayrı bir bütünlüksem bu bütünlüğü ne zaman kazanmışım? Bu aldanışı neden görmem? Ben zaten bu dünyayım, onun en özgür ruhuyum. Ancak bu ruhta kendisiyle beraberdir. Bu ruh her şeyle beraberdir, bu yüzden onlarla akar, tek bir oluş, tek bir hakikat ve tek bir mutluluk vardır. İkiyi yaratan sadece onun hakkında düşünen zihnimdir. O yüzden Meister Eckhart "benim tanrıyı gördüğüm gözle tanrının beni gördüğü göz aynıdır. Benim gözüm ve tanrınınki birdir, ve tek bir görüştür, ve tek bilgidir, ve tek aşktır. " demiştir.
Zamanı geçmiş, şimdi ve gelecek diye bölmemek zamanda birliktir. Geçmişi, şimdiyi ve geleceği birleştiren zaman sonsuz şimdidir. Zamanda birlik gelecek için kaygılanmamak ve geçmişe takılıp kalmamak cesaretidir. Geçmişle ilgili tutumumuz ona sığınmak, ondan kaçmak ya da onu özlemek olabilir. Bu tutumların hepsi de insani ve anlaşılırdır. Ve zaman zaman gereklidir de. Ama sürekli bir alışkanlık haline geldiklerinde zamanın bütünlüğüne ilişkin duygumuzu parçalarlar. Çünkü geçmiş zaten buradadır. Geçmişle canlı bir bağlantı kurmak onu şimdinin bir parçası olarak deneyimlemektir. Geçmişte daha önce yaptığım her şey şu an benimledir. Evrenin bütünlüğünü, bir ülkeyi ya da bir insanı sevdiğimde, onunla beraber üretip büyüttüğüm geçmişimi de severim ve aynı zamanda onunla gelecekte bir şeyler yapma tasarılarımı, ama bu tasarılara da bağlanmam. Bir yazıyı okurken o yazıyı o an ben yazıyormuşum gibi okumam gerek, okuma ve yazmada birlik budur.
Parmakların ayrı ayrı varlıkları elimi yumruk yaptığım zaman görünmez olur. Parmaklar birbirlerine kenetlenir, artık ayrı ayrı işlev sahibi değildirler, bir olarak güçlenmişlerdir.