SIĞINMAK… BEŞPARMAKLAR ve AKDENİZ’E

SIĞINMAK… BEŞPARMAKLAR ve AKDENİZ’E

Neriman Cahit


Geçtiğimiz hafta, dolu dolu bir ‘sanat terapisinden’ geçtim nerdeyse…
Hem de siyasetin en yoğun olduğu, toprak denen, ev denen o kutsal anlamların en yıpratıldığı yakılıp yıkıldığı, kuşlarının vurulduğu bir doğa… Bunlar yetmemiş gibi son kıvılcımı da yaratıp  ‘tüm çevreyi yok edebilecek’ hareketlerin ‘panik atağını’ yaşatırken topluma…
Oysa, gerçekten de bir terapi gibi geliyor doğa her canlıya…

***
Yapacak iki seçeneğim vardı: Ya “Beşparmaklara ya da Akdeniz’e” sığınmak…
Zaman zaman ikisini de yaptım… Ama, nedense ‘Akdeniz’ hep daha baskın çıkıyor yüreğimde  ve o da, öylesine bir sihire sahip ki: “Yüreğimle sana geldim, hade bize güzelim şarkılarından terennüm et” dedim.
Hiç ikiletmedi, öylesine bir coştu ki…
Şiirler, şarkılar,  konserler, oyunlar…
Öylesine bir “Akdeniz Güneşi” gibi ısıttı ki yüreğimi…

***
Paylaştıklarımdan bir kez daha duyumsadım: Güneş, en çok da Akdenizli’dir…
En güzel bizi… Akdenizlileri ısıtır…
Bize güler ve bizimle sevdalanır…
Insana, doğaya, börtü böceğe…

***
Ve ay… O güzelim bakire…
Güneşle elele verip, öylesine boyarlar ki doğayı her gün yeniden ve yeniden… O yüzden hiç eskimez, hiç solmaz Akdeniz’de renkler… O yüzden yeryüzünün en güzel çiçekleri, çalıları, otları, bitkileri de Akdenizli’dir…
Ve Akdeniz’in gizini, sevdasını, hüznünü, gülüşünü örtünüp, binlerce yıldır – her türlü olumsuzluğa karşın – durmadan aşk ve bereket yaratan en eski mekanlardan biridir bu toprak.. bu küçümen ada…
Gecesinde yıldızların düğünü vardır gökyüzünde… Gündüzünde de renklerinin şöleni vardır her yerde… Ama hem coşkulu hem de sancılıdır bu adada yaşam… Ve o coşku, o sancı, o binlerce yıllık hüzün nice sanatçı yaratmıştır Kıbrıs’ta…

BİZ BUYUZ…
Yazarı, şairi, ressamı… tüm sanatçısı… sesini burada bulmuş… Burada tanımıştır renkleri, imgeleri, çizgileri, tınıları…
Bu gizemli toprağın koynunda büyütmüştür yüreğini ve sevdalarını…
Yüreği dünya kadar büyük… hırçın bir deniz kadar dalgalı…
Çoğu kez bizim için Akdeniz’de durmuştur zaman… Ama o, büyük saatin zembereğini yine burada kurmuştur.
Çocukluğumuzdur, sevdamızdır, üzerimizden atamadığımız kutsal bir yükümüzdür Kıbrıs…
Nereye gidersek gidelim, onu hep taşımışızdır yüreğimizde ve belleğimizde…
Hep bir ateş parçası gibi onu orada hiç soğutmadan tutmaya özen göstererek…

***
Hep taşımak kararlılığı…
Ve sevdasıyla…


******************************


GÜNDEMİMİZ HİÇ DEĞİŞMİYOR…

Nasılım mı diyorsun…
İyiyim… Öldürücü kazalar ve hastalıklar listesinde geçmiyor daha adım…
Sesimle değmeye çalışıyorum yüzüne…
Aşılmaz bir duvara çarpıyor martılarım…
Burada… bu ülkede, sanki, bir şeyler yanlış… Aslında, her şey, kocaman bir yanlış!
Ve, bu kent… Lefkoşa… Benim Şeherim…
Ama, artık değil (gibi)… Sanki, kişiliğini yitirmiş, yıllara, yıllar eklendikçe… Hayat, gün be gün travmaya dönüşmüş, azaldıkça azalmışız…
Hem o hem de biz…

***
Evlere, lalettayin insanlar doluşmuş…
O güzelim sur içi evlere, eski konaklara bakıyorum…
Boyunları bükük, gamlı birer silüet…
Özellikle de Reşadiye, Yeni Cami, Kuru Çeşme ve Gölek… Çocukluk ve gençliğimin geçtiği semtler… Büyük bölümünde yaşayanların, paylaştığımız onca anının izlerini boşuna arıyorum, taa can evimdeki hiç eksilmeyecek kısık bir hıçkırık gibi…

***
Sık sık dolaşıyorum o mahallelerde…
Kaçabilenler kaçmış… Tek tük kalanlar da (sanki) her anlamda küçülmüşler, buruşmuşlar, hayata birkaç bundo küçük kalan – naftalin kokulu – aslında, güve yeniği – elbiseler gibi…
Yaşamın hiçbir çizgisi, hiçbir rengi artık onlara ait değil… birileri sanki, sürekli oynuyor hayatlarıyla…
Artık, her şey kanıksandı…
Ayrılık bile, ölüm bile…
Artık pek konuşulmuyor, anlatılmıyor bile, geçmiş ve yaşananlar… Şimdiden…
Sanki yaşananların konuşulmaması, anlatılmaması, unutmaktan değil…
Unutamamaktan…

***
İlkokuldan – Liseye sınıf arkadaşımdı…
Dün aradığında soluk soluğaydı:
“Evde misin?” diye adeta haykırdı. “Evet” imi alınca, on dakika sonra geldi ve başladı hemen:
- Birbirimizi sevmeme, çekememe had safhalara varmış… Hangi ucundan tutmak istersen elinde kalıyor..
Her arkadaş, kendi vahşi ormanında, zırhını kuşanmış, uzak yakın kimseyi istemiyor yanında… Üstelik, ‘bayramda’ bile…
Oysa, tek bir bitkiyle (çiçekle nasıl bir bahçe ve bahar olacak…)
Birbirimize sevgi, daha da ötesi saygı duymadıkça… Yitirdiğimiz sevgi ve saygıyı tekrar kuramazsak, “Kıbrıslı Türklerden” umudu keselim…

***
Gereği kadar okumayan bir toplumuz; ama, bu zerrece umurumuzda bile değil…
Oysa, bizden önce, bu ülkede olup biten her şeyi – neredeyse – tek satırına kadar okumalı ve öğrenmeliyiz…
Çünkü, bunlar hepsi bizim geçmişimiz… (Geçmişimiz orda – o satırların her birinde…)
Dille uğraşmayı, cebelleşmeyi sevenleri, yaşadığımız günler kadar, “geçmiş ve çok eski geçmişte yazılanlar da” etkiliyor beni…
Okuyorum…
Sürekli ve değişik şeyler okuyorum…
Aynı zamanda, birkaç kitabı birden okuyorum.
İyi bir şiirin / şairin nabzını tutmak, beni çok heyecanlandırıyor, korkunç keyiflendiriyor…
Okudukça, mutlu oluyor, heyecanlanıyorum…
Bütün bunlar güç veriyor, etkiliyor beni…

Ülkemde de, iyi şiir yazıldığına inanıyor ve çok seviniyorum…

GÜNDEMİMİZ…

Kıbrıs sorunu, krizler, üretimsizlik…
Dünyanın bize… Bizim birbirimize koyduğumuz kurallar… Ambargolar…
Faili meçhuller, korkular, tedirginlikler… Unutkanlıklar, unutamamalar…
Sessizlik, yönsüzlük, tepkisizlik…
Bilip de susmak… Susup da kaçmak…
Kaçıp da hesap sormamak…

***
KKTC’nin Gündemi hiç değişmiyor…
Ve…
Hiç değişmeyecek gibi…

Dergiler Haberleri