Şikâyet etmek, milli sporumuz haline gelmiş. Yaptığımız işten, oturduğumuz evden, medeni durumumuzdan, sürekli bir şikâyet etme halleri. Sahip olduğumuz her şey küçük, az, yetersiz, çirkin. Başkalarının hayatları hep derdimiz. O’nun işi, arabası, çimi hep daha cezbedeci. Başkaları mutlu mu peki? Yooo, ne gezer, herkesin mutluluğu instagram fotoları ile sınırlı. Ne memleket ama?
Ülkeden şikâyet etmek, insanlarına, sistemine, sistemsizliğine verip veriştirmek en revaçta olanı. Her tarihte, her hükümette, her dernekte, her partide bu böyle. Hükümet kendi icraatlarını dönüp halka şikâyet ediyor. Şaka gibi...
Üçe, beşe bölünüyor sonra her birim, küçük olsun, bizim olsun. Biz kurtaralım. Kurtarabilen var mı? Yok!
Trafik keşmekeş, okullar bitap, sağlık sistemi çökmüş. Sorumluluk hep başkalarına, suç öncekinde, berikinde, devletinde, sendikasında. Herkes doğru, her biri haklı. Çözüm üretmeye çalışan yok etrafta. Suçlama oyununa girmeyelim demek, sadece karşı toplum için geçerli, şapkasını önüne koyup da, ‘Bu acaba niye böyle oldu, nasıl değiştirebilirim?’ diye düşünen varsa da ben görmüyorum, göremiyorum.
Bir acı kültürü geliştirmişiz. Kim daha fazla acı çekiyorsa, o kadar makbul oluyor herhalde. Mutsuzluktan ölecek noktaya geliyor, yine de bir değişiklik yapma adımını atamıyoruz bir türlü, ne kendi hayatımızda, ne sistemde. Böyle gelmiş böyle gitmez diyoruz da, bir sihirli değnek bekliyoruz sanırım değişimi getirecek. Sistemi kuran da işleten de biziz oysa, marslılar değil. Değişim de bizden gelmeli, kimse rahatını bozmuyor, tık yok!
Hiç durmadan eleştirdiğimiz partilere oy veriyoruz, yemeklerini hiç beğenmediğimiz yerlere aboneyiz, alışkanlığa, geleneğe, değişimden duyduğumuz korkudan daha fazla prim veriyoruz. Sonrası yine şikâyet, yine şikâyet. Milli sporumuz dedim ya!
Biraz tuhaf bu spor, bizi hasta ediyor, uykusuz gecelere, her türlü stres kaynaklı rahatsızlığa yol açıyor. Görmüyoruz, anlamıyoruz. Niye değiştirmiyorsun diyenlere, anlamsız gözlerle bakıyoruz. ‘Sanki kolaymış gibi!’ en çok kullandığımız kelime.
Düşler kuruyoruz, hatta bayağı bayağı yaşıyoruz düşlerimizi geceleri. Hayaller Paris, gerçekler Lefkoşa diyerek dönüyoruz ‘gerçek dünyamıza’, günlük dertlerimize, şikâyetlerimize. Aynı hamam, aynı tas devam sonra.
O düşleri kovalamamak için binbir türlü bahane buluyoruz kendimize, bayağı bayağı da inanıyoruz üstelik. O minik ses var ya, derinlerde bir yerlerde, onu da bastırabilsek ah, bir susturabilsek yüreğimizin sesini. Olmuyor ki!
Beğenmediğini dile getiren, kapıyı vurup gitmesini bilen, doğru bildiği yolda ayak direyenler de var aramızda, eksik değil. Gözlerindeki umuttan, gülüşlerindeki güvenden tanıyorum ben onları. Cesaretlerine duyduğum hayranlık sınırsız. Aldıkları riskler, başarısızlık ile sonuçlanıyorsa böylelerinin mutlu oluyoruz. ‘Bak böylesi de olmuyor işte, iyi ki bozmamışım rahatımı’ diye azarlıyoruz o minicik sesi, direncini kırmak için nafile çabalar harcıyoruz.
Yok başarılı oluyorsa asi yürekler, o zaman da şans faktörü yetişiyor imdadımıza. ‘Bende öyle şans ne gezsin?’ diye avutuyoruz kendimizi. Ve o minik ses hiç durmuyor, ‘Acaba, cesaretin olsa ne olur?’ diye peşimizden geliyor gündüz, gece. Hiç bilemiyoruz. Hayatımızı değiştirmekten aciz insanlar olarak hep şikâyet etmeye devam ediyoruz. Hepimiz mutsuzuz, hep umutsuzuz. Gözlerimiz bulutlu, keşkelere gebe her gecemiz.
Hayallerini kovalama cesaretini gösterenler hep birbirlerini buluyor günün sonunda, mutlu bir dünya kuruyorlar kendilerine, keşke ne demek bilmiyorlar, kullanmıyorlar. Hayalleriyle gerçeklerini ayrı kutulara hapsedenleri ise hiç anlamıyorlar, üzülüyorlar hallerine, soruyorlar karabasanlı gecelerine;
‘Düşünü gerçek yapmadıktan sonra, düş neye yarar ki?’.