SİLKİN ŞU MEZELLER TOZU UÇSUN ÜZERİNDEN…

SEVMEYİ, HOŞGÖRÜYÜ, PAYLAŞMAYI, ÜRETMEYİ, DİRENMEYİ ve KARŞI DURMAYI… yeniden ve açık yürekle A’-sından başlayarak öğrenip uygulamalıyız

 

 

SEVMEYİ, HOŞGÖRÜYÜ, PAYLAŞMAYI, ÜRETMEYİ, DİRENMEYİ ve KARŞI DURMAYI… yeniden ve açık yürekle A’-sından başlayarak öğrenip uygulamalıyız…

·        Dünyada mutlaka esaret olmadığı gibi mutlak özgürlük de yoktur.

·        Aşkın, günümüzde içi boşaltılmış ama hâlâ en etkili uyuşturucu; ama artık, yaşanılan “aşk” değil. Ve,

İçinde yaşadığımız “toplumsal yapı” her tür insan ilişkisini belirliyor; hatta insanın kendisiyle olan ilişkisini de.

Ör. Cinsel farklılıklarımız toplumsal yapının (politikadan – aşka uzanan çizgisinde bir dışavurumu… Ezen-ezilen ilişkisi…)

Evet, aşk da… ve aşk tüm kirliliğimizin en çok sırıttığı alan. İnsanların aşk diye yaşadıkları şey, okuldan başlayarak – ailevi bünye içinde, iş dünyasında kurdukları yapının / ilişkilerin bir tekrarı- yeniden üretimi…

Soruyorum: “Neden “A” kişiye değil de “C” ye aşık oluyorsun?” genelde aldığım yanıt: Çünkü, “C” uzun boylu, çünkü “Y”nin parası var; çünkü “Y” ile aynı konuları paylaşabiliyoruz… çünkü “C” benim için bazı kapıları açmaya hazır ve çok uygun. Bu aşkı – C’yi tercih etmek beni toplumun ve hayatın karşısında daha güvenli ve saygın kılacak. (Aşk sanki kadınla erkeğin oturup uzun uzun pazarlık etmesi gibi…)

·        Yazmak, bir bakıma insana / topluma göre, “vicdanı yük”ün ağırlaşması gibi bir şey, bir sorumluluk; çünkü, en basit bir şeyi yazarken bile kendi adını kullanarak / benliğini bir tanık olarak ortaya koyuyorsun..

Peki, bu tanıklıkla insanların yaşamlarında bir değişiklik yaratabiliyor musun, yoksa kendi egonu mu tatmin ediyorsun…  (Önemli olan da bu!)

Bir de, ülkende yapılan her (iyi ya da kötü) şeyden  dolayı “kendini” sorumlu hissedebiliyor musun, her şeyden önce…

(Toplumunun kılcal damarlarına sinen onca şey: Nefret, öfke, öç alma duygusu, güvensizlik,.. ve insanımızın arasına bir radyasyon gibi dağılan, derin yalnızlık, terk edilmişlik duygusu ile ilgili… Sadece “kaçmak” duygusu mu hissediyor olmalıyız. (Herkesin kendi eteğindeki taşları dökmesi ne iyi olurdu; ama, ben kendi adıma, duyulması gereken ilk duygunun “Sorumluluk” olması gereğine inanıyorum:

Hepimiz, ülkemizde yaşanan her şeyden sorumluyuz…

Bunun nedeni biz olmayabiliriz ama konu ile ilgili bilgi ve gerçekleri öğrendiğimiz anda(n) başlayan / başlaması gereken bir sorumluluğumuz var.

Bir sorun, herkes toplumda yaşanan her olumsuzluğa karşı ama, bunu somutlaştırıp gerekeni yapması konusunda – yani, söyledikleri ile yaptıkları konusunda – çok çok ciddi ikilemler var…

Üzerlerine – yazıyla ya da sözle - gidin… alacağınız yanıt, üç aşağı beş yukarı  aynı: “Ne değişecek… Bu toplumda artık hiçbir şey değişmez…” olacaktır… (Yani, en çarpıcı sözler ve hareketler dahi kulak dolgunluğu ve alışkanlık yapıyor; ha siz, sürekli ve aynı mücadeleyi yazarak – söyleyerek sürdürürseniz, adınız “köyün delisi”ne çıkıyor.)

Evet, alışkanlık ve duyarsızlık… Geleceğe dair tüm umutları yitirme. Ör: “Haksızlığa hayır… Savaşa hayır… Birlik, mücadele, dayanışma… “vb. sözler, artık insanımızın yüreğinde tek bir tıklama dahi yaratmıyor. (Önemli olan bunları hissetmek ve hissettirebilmek…)

Yani, o farkındalığı – her anlamda - yaratmak… yaratabilmek…

Düşünebiliyor musunuz, Bu tür şeyler artık, toplumumuzda birer “saplantı” ve “öfkeye” dönüştü. Hatta karşısındakini ve her şeyi yok etme, ezme isteğine: “Yok olsun ki bana acı vermesin…” Ve, ne acıdır ki, buna “aşk” da, sözde  dostluklar da” dahildir artık… (Neredeyse, aşkta da, dostluklarda da, karşısındakini, “öteki” durumunda görmeye başladı insanımız…

Aslında bu konuda, şu sorgulamayı da yapmak gerekiyor: İnsan, aşık olduğunda, kime aşık oluyor, ötekine mi, yoksa “ötekindeki kendi imgesine” mi?

 

***

 

“EN El HAK…”

Nedense, Hallac-ı Mansur ve Giordana Bruno geliyor bu günlerde sık sık aklıma…

“En el Hak” – Tanrı Benim” diyen Hallac-ı Mansur, Şehti… Aslında, “Ben önemsizim, benliğimi hiçledim, Tüm benliğim Tanrının’dır” diyordu bu yaklaşımıyla…

O, Tarihler boyunca boyun eğmeyenlerden biriydi… Onun öğretisi, “Umut, İnsan ruhunu besleyendir. Tarih boyunca zalimler, “Ölümü” yoksul halka  ‘yaşam’ diye sunarlar; ama, insan ruhundaki ‘UMUT’ sonunda zulmü yener…” diyordu…

Ama, çok ağır işkencelerde öldürüldü…

Evet, umut… Umudu söndürmemek…

***

Ve Bruno…

Yeniçağın  ilk filozofu diye anılan İtalyan filozof, yaklaşık dört yüzyıl önce engizisyonun kararıyla Roma’da yakıldı…

Onun suçu, dünyayı ve uzayı açıklama çabalarında, kilisenin öğretilerini değil de, ‘kendi aklını’ rehber edinmesiydi. Tanrı’nın, doğanın her zerresinde var olduğunu söyleyen Bruno.. Bu nedenle doğa yasalarını ve sonuçlarını akılcı bir tutumla araştırmanın, ‘Tanrı sevgisine en yaraşır davranış’ olduğunu savunmuştu…

Tarih boyunca, din kisvesi altında hep, güçlü bir dünya iktidarını elinde bulundurma peşinde “Vatikan”, bu yüzden, ona yaşama hakkı tanımadı…

Bruna 17. 2. 1600 günü, Roma’da yakıldığında tek başınaydı. Ama, insanlık onca yıl boyunca ne onu ne  Hallac-ı Mansur’u ne de onlar gibileri hiç unutmadı.

Onlar ve onlar gibiler, yalnızca ölüm yıl dönümlerinde anımsanan bir isim olup kalmadılar; fakat, düşünce özgürlüğü uğruna canlarını feda edebilenlerin simgelerinden birine dönüştüler…

 

Son sözü Tevfik Fikret’e veriyorum:

 “Haksızlığın envaını gördük… bu mu kanun

En gamlı sefaletlere düştük, bu mu devlet?

Devletse de kanunsa da artık yeter olsun

Artık yeter olsun bu deni zulm-ü cehalet

Dünyada şereftir yaşatan milleti, ferdi

Silkin şu mezellet tozu uçsun üzerinden…

 

 

 

 

BİR SÖYLEŞİDEN ARTA KALAN

 

Geçtiğimiz hafta, Lefkoşa – Güzelyurt ana yolunda meydana gelen feci trafik kazasında yaşamını yitiren (21) yaşındaki Moldovya uyruklu Marina Butenco’nun acı ölümü, bana yıllarca önce yaptığım ama yayınlamadığım bir şiiri anımsattı…

Onların anısı önünde saygı ve hüzünle eğiliyor ve şu soruyu dillendiriyorum, yanıtını yetkililerden kesin bekleyerek: “Bazı uygar ülkelerde, “fuhuş yapan değil yaptıran ve katılan erkekler’ cezalandırılıyor.” Peki biz ne zaman – O insanı insan kılan – Çizgiye erişeceğiz dersiniz…

Ne zaman…

 

 

KADINLIĞIM SIZIM SIZIM SIZLIYOR…

I.

… Söyle bacım

Niye burdasın

Niye bunca iş dururken

Kendini…

 

Satıyorsun de

Benliğimi damgala, korkma…

Rüzgarsız yalnızlıklarım üşümez gayrı…

 

… Yani, sırf para karşılığı

Bir  erkekle yatmak

Yani, sevgisiz…

 

Güldürme beni

Bak bir çevrene

Sizlerin namuslu saydıklarına

Onlar severek mi yatıyorlar kocalarıyla

Sevgi mi dokudukları

Evlilik tezgahlarında…

 

II.

  Söyle bacım

Öfke duymuyor musun

Ve de kin

Parasını verdi diye

Sana hoyratça uzanan bedenlere…

 

İlk duyardım

Üzülüp ağlardım…

Yatamazdım sere serpe

Sızım sızım sızlardı kadınlığım

Utanırdım çarşafların aklığından…

 

Ama gayrı

Ölü denizlerimde

Benim değil, hoyratça hırpalanan etim

Benim değil, sarhoş nefeslerinden bunalan yüzüm

Benim değil bedenim

Utancım ve de isyanım…

 

Ben içimdeki benle, defterleri çoktan kapadım…

Ya siz… ya siz…

O kör kuyulara benzeyen

Yasaklarda kemirilen kadınlığınızla

… SİZ…

 

III.

 

Nasıl düştüğümü sorma

Bana acıyarak da bakma

Paramı ödeyen

En hoyrat erkeğe dayanabilirim de

Dayanamam, beni bir kadının acımasına…

 

IV.

 

Madem ki açtırdın… dinle…

Benim de hayallerim vardı…

Güzel düşlerim…

Ben de utanırdım her genç kız gibi

Bir erkeğin eli elime değende…

Ama, taksit taksit sattım

En güzel duygularımı

Etimden çook önce…

 

Üzerime uzanan bir beyefendi

Ya da bir sarhoş… ne fark eder…

 

Sizin gözünüzde

Ben bir insan değil

Bir orospuyum…

Yürekmiş, utançmış, namusmuş

Bunları, sizlere bıraktım…

Oyalanasınız diye…

 

Neriman CAHİT

Temmuz, 1988

 

 

 

 

 

 

 

 

Arşiv Haberleri