Derin bir mavi, günün omzuna yaslamıştı başını, ‘düş’ünde sabahın...
Gülüşünde gizliydi temmuz.
İçmişti kaçakların gölgesinde şerbet gibi şehveti...
Bir uçtan bir uca ‘ten’di toprak.
Ürperdi...
Milyon tohum çatladı bedeninin ateşinde, uzattı başını kızılca kıyamete, irerdi meme başları...
Parmak uçları karıncalandı...
Ciğerine aktı gözlerinin pası...
Yavru kedicikler gibi yumuldu...
Beyaz keten bir gömleğin ve kül grisi bir entarinin varlığına rağmen çıplaktı olabildiğince...
İç sesinde ‘soyundu’ bedeni...
***
Hiç bilmediği bir kokuydu, her nefes alışında başını döndüren...
Hiç dinlemediği bir ezgi...
Islak bir yoldu...
Güvercin göğsüydü nefes alışı...
Yeşil bir tarlanın gökyüzüne fışkıran coşkusuydu şakakları...
Dudak uçaklarındaki alev, bir şöminedeki odunun ‘için için’ yanışıydı...
***
Uzandı!..
Özgürlüğün kumsalında kumdan kaleler yapan çocuğun afacanlığında kumral bir kucağa...
Yuvasını kaybeden göçmen bir kuşun ürkekliğinde uzandı...
O an bir yanardağdı...
Yolunu bulmuş bir suydu, köpük köpük karışmak için uçsuz bir ırmağa...
Ne kadar denizyıldızı varsa koynuna toplamış bir koydu, hiç bilinmeyen bir ‘ada’cıkta kayıp denizcisini bekleyen...
***
Süt beyaz bir sevdayı içti...
Şimdi yeni bir ‘düş’ün yolunda, uzun bir gecenin yolculuğu vardı, parmak uçlarını bekleyen...
Kendine çizdiği barikatları aşmış, kendine çizilen sınırları delmiş, kederlerin kuşattığı caddelerin yön levhalarını reddetmiş, yine ‘kendine’ varmıştı en sonunda...
Şimdi ‘derin’ bir nefes alabilirdi, dağlarda ne kadar kekik, sularda ne kadar tuz, ağaç gövdelerinde ne kadar reçine, tenlerde ne kadar ‘insan’ kokusu varsa, hepsini içine çekerek...
Hepsini soluyarak hiç umursamadan...
Bir türkü mırıldanabilirdi şimdi...