Neriman Cahit
Biz, ‘II. Dünya Savaşı’nın’ getirdiği ağır şartlarda, çocukluğumuzu yaşayan bir kuşağız… Seyirci olarak yaşadık ama ‘İngiliz Sömürgesi’ olduğumuz için… Ve, İngiltere de bilfiil savaşın içinde olduğu için, ‘Kıbrıslılar olarak’ bizler de çok sıkıntılar çektik…
Ekmek, ekmeklik un da dahil, şeker, yağ, gaz, alaca, basma… Hatta, kefen bezi olarak kullanılan ‘kaput bezi’ bile kuponla / karneyleydi…
1950’lerde doğanların belleklerinde bile o günlerin acılı anılarını bulmak olasıdır…
EOKA… VOLKAN
Ondan sonra, ‘EOKA – VOLKAN – TMT Dönemi’ başladı… Ama, bu yokluk ve sıkıntı dönemleri, ‘bizim kuşağa’ iyinin ve güzelin ve birçok şeyin kıymetini bilmeyi de öğretti.
“Zaten, Türkler fakir bir toplumdu… Nesi vardı ki!” denebilir ve bunda da doğruluk payı da vardır… Evet, o dönemde ‘Zenginimiz’ parmakla sayılacak kadar az, ‘orta hallimiz’ neredeyse yoktu! Geri kalanımız da: ‘Bir lokma bir hırka…’
***
Kitap denen olay neredeyse, isim olarak bilinir…
Öğretmenler, sınıfa bir deftercikle gelir, oradaki notları karatahtaya yazar, çocuklar da geçinirdi… Kalem, silgi, defter hak getire… Kalemler, artık tutulamayacak duruma gelince, belli boylarda kestiğimiz kamışların içine koyar, böylece, boyunu uzatarak’ yazardık. Silgi yerine, işaret parmağımızı tükrükler, yanlışı silmeye çalışırken – çoğu kez –defterin ortasına bir delik açar, başka defter şansımız da olmadığından, öğretmenden, cetvelle, okkalı bir dayak yerdik!
Öğretmenin, sinirli bir günüyse parmaklarımızı birleştirir ve sinirlerin toplandığı parmak uçlarımızı cetvelin keskin tarafıyla vururdu…
Ki, dayanılmaz bir acıydı…
VE RADYO…
Radyo, o günlerde, sadece varlıklı ailelerin evlerinde bulunurdu. Kocaman bir batarya ile işleyen vızırtılı bir mucizevi alet… Bütün mahallede, sadece ‘bir’ ya da ‘iki’ tane olan…
Hep, “Keşke annem o komşuya misafirliğe gitse, gittiğimizde de ‘radyosu’ açık olsa…” diye dua ettiğimiz… Ama, bu duamızın binde bir ‘kabul’ edildiği…
***
Ve, karartma geceleri…
Sadece gecelerimizi değil, gençlik günlerimizi de karartan geceler… Ama, yine de, her şeye rağmen, özellikle de, mevsimin uygun olduğu zamanlarda, o kapkaranlık sokaklarda mahallenin gençlerinin bir araya gelerek, tartışmaları, oyunlar oynamaları…
***
Ve insanın, karneli, yokluklu, karartmalı günlere, gecelere de alışması…
Savaş korkusunun dahi, günlük hayatın mücadeleleri içinde hafiflemesi…
Gerek tekil gerekse çoğul olarak yaşanan, o müthiş insani ilişkiler ve dayanışma…
***
Şimdi düşünüyorum da zerresinin dahi kalmadığı
Toplum olarak yitirdiğimiz onca şey yanında…
Yitirdiğimiz iç zenginliğimiz, insanlığımız
Bayramlarda dahi artık hiçbir şeyle örtüşmeyen – örtüşemeyen insani yoksulluğumuz…
Ve, daha da acısı… Yaratılan “Çatışma Kültürü” içinde…
Bu yoksulluğumuzun, varsıllığa dönüşme şansı… Ve, olanağının hiç mi hiç kalmaması…
Bu gidişle…
--------------------------------------------------------------------------
KAFAM HEP GEÇMİŞTE
Bu günlerde kafam hep geçmişte…
Özellikle de, bu geçmişte ‘birer ışık gibi’ çevrelerini ve toplumu aydınlatanlarda…
Ben, Taner Baybars’ı ve onun çalışmalarını çok severim… Onunla ilgili, bulduğum her satır yüreğimde yankılanır... İşte 1940’lı yıllarda ‘Liseli Gençlerin’ çıkardığı: ‘KAYNAK’ Dergisi o dönemin ‘yazın âlemini’ çok ayrıntılı yansıtan bir dergi…
Bazı – çok az – sayılarını bana ‘Harid Bey’ kopyalamıştı. ‘Yalnızlık zamanlarımda’ başvurduğum, ‘etkili ilaçlarımdan’ biridir bu derginin bendeki çok az örnekleri… Derginin, ‘on üçüncü sayısında’, çok sevdiğim ‘Taner Baybars’ın’ çok kez okuduğum ve çok sevdiğim bir şiirini paylaşayım istedim sizlerle:
BİR PERİ MASALI…
Bir rüya ülkesinde çok güzel bir kız varmış
Efsunlu bakışları her erkeği yakarmış
Her gün bir taze gül, kıpkızıl bir gonce gibi
O güzel gözlerini, bahçesinde açarmış…
Bahçenin ortasında, havuzların başında
O altın saçlarını billur suyla yıkarmış
Dallar onu örter, elmalar renk verirmiş…
Biraz güleyim dese etrafa nur saçarmış
Bülbüller şarkı söyler, güller de raks edermiş.
Irmaklar coşkun coşkun çağıldayıp akarmış
İşte böyle bir dekor, bir güzellik içinde
Her günü böyle geçip, gül, bülbülle yaşarmış
Fakat o, aşkı bilmez, bilmek de istemezmiş
Onu, gül dikenleri aşık gibi sararmış…
***
İşte… İşte… Silindi, kaybettim bu diyarı
Fakat Heyhat! Bu güzel…
Heyhat ki bir hayalmiş…
Taner Fikret Baybars
Nisan, 1950