Neriman Cahit
“Zemzem’in Kırmızı Çarşafı…”
Ne güzel bir isim değil mi…
İnsanı bir sürü hayallerin peşine takan bir ‘uçurtma’ gibi…
Ama, bu bir kitap…
Yazarı, Hasibe Şahoğlu’nun imzasını taşıyor: “Geçmiş olmadan gelecek yaşanmaz… (…) Geçmiş bizimle yaşamalı, bizimle büyümeli, sonraki kuşaklara aktarılmalı (…) Elimizde olan geçmişimizi de ‘geleceğimiz olan çocuklara’ bırakmadıysak, o zaman unutulduk demektir…
(…) Hayatımdan, hayalleri hiç eksiltmedim. (…) Aile geçmişimle ilgili, bildiğim ufacık bir detay, çocukluğumdan beri özenle sakladığım: “Bir kağıt parçası ve kırmızı çarşaf” yıllarca beni, hayal dünyasının doruklarına taşıdı.
Beynimde gelişti, kaleme sarılan parmaklarımda kağıda döküldü, resimlerde canlandı ve sonunda… Sizlere ulaştı…
ZEMZEM’İN KIRMIZI ÇARŞAFI…
Hasibe Şahoğlu, bir Limasollu – liseye kadar Kıbrıs’ta okumuş… sonra, ABD, Ankara, Siyasal Bilgilerde, sonra Masterini, ‘YDÜ İşletme Bölümünde, yaparak… KKTC Dışişleri Bakanlığı’nda ‘diplomat’ olarak göreve başlamış; sonra, ilk dış görevini, ‘Bakü – Azerbaycan’da daha sonra, İslamabad ve Abu Dhabi’de Büyükelçilik yapmış…
• “Hazar’dan Esintiler” (şiir), sen Deniz miydin Eskiden (Şiir), Tuvaldeki Duygular (Anı – Anlatı) isimli kitaplarından sonra… Bu, onun ‘dördüncü’ kitabı…
• Kapak tasarımını: Burçin Pehlivan’ın yaptığı kitap: Ona, adını bahşeden: “Hasibe Ninesi’nin anısına” adanmış…
• “Kırmızı Çarşaf” konusunda da şunları yazıyor yazarımız: “Bana adını bahşeden, ‘Hasibe Ninemin’ anısına…”
***
Öyküyü, 1994’ten başlatıyor…
Anneannesinin hayalini görmesiyle başlayan diyaloglar… Akrabalardan bu diyaloglarda öğrendiklerini zenginleştirecek ‘bilgi’ arayışları… Ve, görev yaptığı yerlerin kültürüyle yoğurduğu… müthiş bir kültür derlemesi…
Zemzemle – Enver’in müthiş maceraları… Evlilikleri… Ve, Hasibe’nin, son notlarından biri:
“Ve ben…
Zemzem’le Enver’in torunu
Emine’nin kızı…
Onların, gönül verip
Yerleştikleri…
Bu, Ada’da doğmuşum…”
***
Ama Hasibe, bir ‘Dış İlişkiler Görevlisi’ olarak dolaşıp durmuş, hayatını ve deneyimlerini zenginleştirerek…
Tatil amaçlı değil… Deneyimlerine yeni deneyimler katarak…
Keskin zekası, şaşırtıcı gözlem ve deneyimlerindeki algıları… ve,
Her şeyiyle etkileyici hali…
***
Şimdi görev süresi Kıbrıs’ta…
Ve, deneyimlere – algılamalara devam edecek…
“Hoş geldin Zemzem’le
Enver’in torunu
Onların gönül verip yerleştikleri…
Ve
Senin doğduğun Ada’ya…
Hoş geldin…”
***
Sevgili okuyucu…
Tıpkı, sarınıp, içinde ısınabileceğiniz bir şal gibi ısınabileceğiniz bir şal gibi ısıtacak bir kitap bu…
Gerisi size kalmış…
--------------------------------------
Nedir derdi bunca çocuğun…
Okullar açıldı ya…
Bir heyecandır başladı çocuklarda… dolayısıyla ailelerde…
Böyle zamanlarda, ‘yüreğim ve beynime’ bırakırım görevi…
Onların da bana dayatacakları Şeyin: “Sevgi olduğunu” bilirim…
EVET… SEVGİ…
Evet, gerçekten de sevgi.
Onun yanına kadını, çocuğu, yaşlıyı… Özetle insanı ve doğayı koyarak…
“Ama, benim bu yazımda sanırım ağırlık ‘kadında’ olacak… Genelde kadın, özelde, bizim kadınımız…
Ve, kuşkusuz erkek de… Ama, karşı karşıya değil… Yan yana…” diyecektim ama…
***
Ama, bu yazıyı çocuklara adamaya kanar verdim… Yani ve aslında: SEVGİYE…
Havalara bakmayın…
Yavaş yavaş sonbahar geliyor…
Yaz, son cümbüşleri ile ayak sürçüyor…
Son deniz… Son piknik… vb.
Ama, içimizde – her anlamda – bir yağmur beklentisi…
Ve yavaş yavaş canlanması doğanın…
Toprağa, topraktaki tüm canlılara su yürümesi, hayat damarlarında kanın, daha hızlı akması.
Dağda, ovada, otun, çiçeğin,yaprağın dalın: Sarı, turuncu, kırmızı, eflatun, mor, pembe, beyaz, kavuniçi… bordonun, yeşilin bütün tonlarının koroya hazırlanması…
Hava: Gül, feslikan, zambak, karanfil, sümbül, şabboy ve tülümbe kokularıyla, başımızı döndürmeye hazırlanıyor…
Bitkiler, güneş, su, hava ve toprakla besledikleri özlerini, zevk ve kokuya dönüştürecek bir simyacı sanki…
***
Peki, ya güneş olmasaydı?
Ya hava ya toprak… İçinde onca zenginliği hayatın özünü taşıyan toprak olmasaydı…
Bakmasak, sulamasak, zararlılarını ayıklamasak, çapalamasak bitkilerimizi… Sevgiyle sürdürmesek bakımlarını…
Bir daha, asla uyanmazlar yeni mevsime
Hazin bir suskunluğa dönüşürler…
GÖNÜL GÖZÜYLE…
Hangi psikolojide olursanız olun, çevrenize şöyle bir ‘gönül gözüyle’ bakar mısınız lütfen…
Göreceksiniz ki, çevreniz bakımsız, gelişmemiş bitkiler gibi suskun çocuklarla dolu…
Suskun, yorgun, küskün çocuklar…
Şevkleri umutları kırılmış, daha şimdiden yaşama yorgunu… Yaşanmadan yitirilmiş, başlanmadan bitirilmiş gibi her şey…
• NEDİR DERDİ BUNCA ÇOCUĞUN…
VE, NEDİR BUNCA ÇOCUĞA YAPTIĞIMIZ EZGİ, EZİYET…
• Neden, zoraki, bir neşeye bürünen Ayşe, odasına kapanıp ağlıyor gizli gizli…
• Neden, Ali artık arkadaşlarıyla oynamak bile istemiyor.
• Çünkü, Ali de, Ayşe de tamamıyla yarışa / yarışmaya döndürülen, “Sözde eğitim yükünü” omuzlarından atamayan çoğunluktan…
Ana- baba ve öğretmenleri tarafından, ‘en büyük hedefleri’ olarak gösterilen ‘Kolej vb. okulların yarışlarını’ kazanamadılar…”
Üstelik, onu kazanmak için yaptıkları onca çalışma nedeniyle çocukluklarını yaşayamadılar !!!
***
Sonuçta…
Yaşama, sevinçleri ve özgüvenleri de ağır yaralar aldı !
Hepsi o kadar mı…
Yoksa, bütün ‘Çocukluk Çağı’mı yaşanmadan yitip giden… Gereksiz bir giysi gibi bir kenara atılan… Yoksa
İyilikleri, adına en büyük kötülük mü reva gördüğümüz çocuklarımıza…
------------------------------------------------------------
İki Dağlardan… İki Su…
Biz öğretmenlerdik
Atatürkçü imamlardık
Ay olsun olmasın gözlerimizde, yaşardık
Doğduğumuz evlerde hayvanlar barınırdı…
Şimdilerde,
Yıkık evlerin beyaz duvarlarında adlarımız
Doğduk diye tarih düşürmüş anamız
Babamız…
Bir garip ama taş zamandı
Yenemediğimiz
Kalkan giderdik Sütlüceden Trapeza’ya
Çizmeli insanlarla çizme giyer
Namaz kılardık…
Nergisli’de tren geçerdi çığlık çığlığa
Bir Mağusa türküsü başlardı
Son durak son bakış atınca sazlıklara
Çobanlar gelir geçerdi
Uslarında evde kalmış sürüleri
Aylıklı askerler geçerdi…
Çocuklarımız nergis satardı yok boyunda istasyonlarda
Dominyonlarca ağırlık vardı üstümüzde
Çocuklarımızın nergisleri parçalanırdı…
Yakardık çoban ateşlerimizi
Yokluğunda pıtraklı yollara borç
Bir düşü bağlardık suskunluğumuzla
İki dağdan iki su getirirdik, düşümüz buydu…
İki dağdan iki su, gözlerimiz ışıkta
Çoğaltırdık habire çoğaltırdık ateşlerimizi
Bağlardık ezgilerimize bilge şavklarını
Suskunluğumuzla gözlerimizle yaşardık…
Yağmur yağardı, basardı rüzgarı yüceler
Söndürmezdik, artardı suskunluğumuz
Artardık Sütlüce’den Trapeza’ya…
Denizlerin enginliği gözlerimize doğru
Hep, denizlerin ötesine değin
Su, yurdumuzun anası, giderdik oralara
Mağusa gümrüğünde, kıçımıza son tekme…
Azalırdık, sütlüce’den Trapeza’ya
Ama, bir giderdik panayırlara, gelmezdik
Ara sıra ağlardık, taşkınlığı ölen suların
Arkasından…
İki dağlardan iki su, düşümüz buydu
Karlı Dağdan, Beşparmaktan iki su
Yıkardık koyunlarımızı
Ak pak olurlardı
Görkemli bir gize bürünürdü
Toprağın kuruluğu…
Süleyman ULUÇAMGİL