‘Mavi Gözlü Dev’den ya bir gün önce doğdum, ya bir gün sonra...
Eğer ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ kimliği doğruyu yazıyorsa, önce...
Yok şu bizim 74 artığı ‘devlet’ haklıysa, sonra...
Çok da fark etmiyor aslında...
‘Şarkılarımız çam ormanlarında rüzgar gibi bize kendini hep bir ağızdan okutmalıdır’ diye bakan gözlerin çapağı dahi olamadıktan sonra...
***
Sene 1902 değil elbette...
71 !..
Üç sene sonra ‘harp’ var..
Sonra göç.
Ve daha sonra nasıl da ‘ganimet’ !
Ötekinin anıları üzerine basarak yaşamanın utancıyla, gün gele ‘yabancı’sı olmak da var bu sokakların...
Her sabah ‘and’lı her akşam ‘rutubetli’ geceler var...
Yokluklarla kardeş çokluklar var.
Bir telaş var sürekli, omurga arasında bir yerde, pespembe, tiril tiril.
***
Mesela bir başka hayat da olabilirdi.
Kızıl Meydan’da, kırmızı tuğlaların tam da önünde, sokak çalgıcılığı...
O meydanda yaş almak, şarkılar söyleyerek ve tanıklık ederek nice gösteriye...
New York’ta cam silmek bir gökdelenden ötekine, tepeden bakmak dünyaya...
Yerin yedi kat dibinde madende elde kazma da olabilirdi, grizu korkusuyla eşelemek sürekli, tel örgülü bir ışığın gölgesinde...
***
Ya da çok daha hayali bir yolculuk...
Jose Saramago’nun “Körler Ülkesi”nde, görüyor olmaktan utanarak yaşamak...
Dostoyevski'nin "Suç ve Ceza"sındaki Raskolnikov gibi içinizdeki ‘suç’un azabıyla terlemek...
Veya Robin Hood gibi bir halk kahramanlığı mesela, zenginlerden çalarak fakirlere sunmak, cesaretle...
***
İnsan nerede, ne zaman, nasıl doğacağını seçemiyor sonuçta...
Eğer bir seçim olsa, çoğunluk, şimdiki hayatını seçerdi, eminim...
Bir başka hayatı bilmediği için.
Ve korktuğu için aslında...
***
En nihayetinde dönelim Mavi Gözlü Dev’e ve güneşin sofrasında türküler söyleyelim.
“Dostların arasındayız!
Güneşin sofrasındayız!..”
Büyük bir ciddiyetle yaşayalım...
Bir sincap gibi, mesela...