Ünlü Polonyalı oyun yazarı ve yönetmen Tadeuzs Slobodzianek’in önemli eserlerinden biri olan “Sınıfımız” geçtiğimiz günlerde Atina’da sahnelendi.
“Sınıfımız”, Polonya’nın bir kasabasında aynı sınıfa giden okul arkadaşlarının ırkçılık ve savaşların belirlediği yaşam serüvenlerini konu alıyor.
Sınıfta Polonyalılar ve Polonyalı Yahudiler birlikte okuyorlar ve barış içinde yaşıyorlar. Nitekim sahne de, kardeşlik duygularıyla birbirlerine bağlı olan okul arkadaşlarının şen ortamını yansıtarak açılır.
Fakat 1935 ve 1936 yıllarında Polonya’da Yahudilere karşı yapılan saldırılar sınıfın havasını bozar. Din temelinde ayrılık ve gruplaşmalar başlar. Sonraları durum daha vahim bir hal alır. 1939 yılında kasaba Hitler Almanya’sının eline geçer, kısa bir süre sonra da Naziler oradan ayrılır ve Sovyet askerleri yönetimi devralır.
Polonya, Ribbentrop-Molotof gizli protokolünde öngörüldüğü gibi, Sovyetler Birliği ile Almanya arasında bölüşülür.
Sovyet nüfuzu altındaki kasabada Yahudi öğrencilerden Yakup Katz ve Menahem, Sovyet yetkililerle işbirliği yaparak güç sahibi olurlar. Polonyalı öğrencilerden bir grup da bir araya gelerek “Beyaz Kartal” adlı gizli bir örgüt kurarlar ve Sovyet işgaline karşı direnmeye çalışırlar. Bu arada, Polonyalılar arasında antisemitizm doruğa ulaşır.
1941 yılında Hitler’in Sovyetler Birliği’ne saldırmasıyla bütün Polonya Nazilerin hakimiyeti altına girer. Yahudiler için hayat artık çekilmezdir. Bir yandan Nazilerin, diğer yandan da Polonyalıların hedef tahtası olurlar.
1941 yılında üç kafadar okul arkadaşı, Yahudi arkadaşları Yakup Katz’ı vahşice öldürürler. Sınıf arkadaşları olan Yahudi Dora’ya ise tecavüz ederler. Sınıfın Polonyalı erkek öğrencileri Yahudilere karşı sürdürülen linç ve yağmalara katılırlar. Sonunda, Yahudileri aşağılamakla yetinmezler ve yok etmeye yönelirler. Kasabanın Yahudilerini bir ahıra tıkayarak canlı canlı yakarlar. Bu vahşeti yapanlar arasında sınıf arkadaşları da vardır ve hiç çekinmeden aynı sınıfı paylaştıkları Dora’yı da ölüme gönderirler.
Sınıfın öğrencilerinde Rahelka hayatta kalan tek Yahudi’dir. Çünkü Rahelka din değiştirip sınıf arkadaşı Vlantek ile evlenmeyi kabul eder. Fakat bu izdivaç da şiddet üretir. Vlantek’in gözü dönmüş arkadaşı, Rahelka’yı Almanlara teslim etmek isteyince, Vlantek arkadaşını öldürerek kasabayı terk eder...
Savaş bittikten sonra Polonyalı katillerden biri rahip olarak kariyer yaparken, diğeri komünist partisi üyesi olur ve reel sosyalist Polonya’da yüksek mevkilere tırmanır.
Hiçbir şey ile yüzleşmezler. Sadece ölüm anında kabus görürler...
Polonya’nın bugün en milliyetçi ve en ırkçı AB üyesi devletlerden biri olması tesadüf olmasa gerektir. Kendimizden biliyoruz: yüzleşmemek yüzsüzlük üretir.
Sanırım yazar, çeşitli dillere çevrilen bu başarılı oyununu kaleme alırken, inceden inceye yüzleşme(me)nin önemine vurgu yapmak istemiştir.
Oyunu izlerken aklıma başka bir ülke, başka bir savaş ve başka bir sınıf geldi.
Amin Maluf “Doğu’dan Uzakta” adlı romanında Lübnan’da üniversitede aynı sınıfı paylaşan farklı din gruplarından öğrencilerin hikayesini anlatır.
Kardeşlik duygularıyla birbirine bağlı olan arkadaş grubunu savaş param parça eder. Romanın kahramanlarında Adam, yıllar sonra geriye baktığında şöyle der: “O kardeşlik anı meğer ömrümün en güzel anı olacakmış. Sonra oradan savaş geçti. Hiçbir ev, hiçbir hatıra hasarsız kalmadı. Her şey çürüdü: Arkadaşlık, aşk, adanmışlık, akrabalık, inanç, sadakat. Hatta ölüm. Evet, bugün ölüm bile bana kirlenmiş, bozulmuş gibi geliyor.”
Amin Maluf, üniversitedeyken kendilerini “Voltaire’ci, Camus’cü, Sartre’cı, Nietzche’ci veya gerçeküstücü ilan eden” arkadaşların, savaşla beraber nasıl da “çobanların yakın gözetimi altında kendi mecburi inancının çitleri içine sokulmayı kabul ettiklerini” anlatır. “Zengin bir şehitler listesi ve bunlara eşlik eden dini nefret duyguları uyarınca yeniden Hıristiyan, Müslüman veya Yahudi olduk” der.
Evet, yüksek dozda şiddet anlamına gelen ve gıdasını nefretten alan savaş, Amin Maluf’un başka bir çalışmasında söylediği gibi, insanlara “ölümcül kimlikler” giydirir. Geniş yürekli insanları daraltır ve dar kalıplara sokar. Bir Nietzche’ci Hıristiyan, bir Volaire’ci Müslüman ve bir Sartre’cı Yahudi oluverir. Bu saplantılı kimlik beyanlarından aşk da payına düşeni alır. Tıpkı yıllar önce dinlediğim bir hikayede olduğu gibi: 1955 Eylülünde İstanbullu Rumlara karşı örgütlenen pogrom esnasında, Despina, kendisi ile flört eden polis Hasan’dan yardım ister. Hasan gururla Despina’ya şöyle der: “Ben bu akşam Türküm Madam!”