Sinikliğin Sokağı Alt Edişi

Aslı Murat

 

O sabah gözlerimi açtığımda, nefes alış verişimde bir gariplik hissettim. Her zamanki gibi ciğerlerim dolmuyor, bir yerde tıkanıp kalıyordu aldığım hava. Ardından hapşurmaya başladım. Bir aksilik vardı. Yorganı üstümden atarken, sırtıma bir ağrı saplandı. Geçen her saniyenin sonrasında yaşadığım tuhaflıklar ard arda sıralanıyordu. Yüzümü yıkayıp bir kahve içersem rahatlayacağımı düşündüm. Ama ne fayda! Ortalık kapkaranlıktı. Yani yaşadığım acayip durum sadece bedenimden kaynaklanmıyordu.  Hemen saate baktım. Belli dönemlerde, içtiğim hapların etkisi ile uzun bir süre uyuyor, zamanın nasıl geçtiğini fark etmiyordum. Ama öyle bir durum yoktu. Ne sızıp kalmıştım ne de akşam olmuştu. Saat sabahın sekiziydi. Demek ki yaşanan çok başka bir sorundu. Karanlık, günün üzerindedeki hâkimiyetini ilân etmişti.

Boğucu sıcaklar, sonbaharı karşıladığımız için kendini yavaş yavaş serinliğe teslim etmişti. Balkondaki koltuğa uzandım ve gazeteleri karıştırmaya başladım. Teknolojinin egemenliğine inat, basılı gazete alışkanlığım devam ediyor.  Bunu bilen ve benden önce uyanıp, araba dumanları şehri sarmadan yürüyüş yapan komşu teyze, okuyup hatmettiği gazetelerini kapıma bırakmıştı. Zaman zaman bunu yaptığını bildiğim için, her sabah kahvaltı yapmadan önce kilidi açıp dışarıya bir göz atarım. İşte o günlerden biriydi. İyilik ve güzelliğin hâlâ var olduğunu bana hatırlattığı için Ona içimden kocaman bir teşekkür ettim ve kapının koluna asılan poşeti alıp gerisin geri içeriye girdim.

Aniden gözüm tarihe ilişti. 1 Eylül çat kapı gelivermişti. İki liderin BM yetkilileri ile görüşme yapacağına ve Kıbrıs’ın makûs talihinin saplantılı sorunu hakkında yeniden “masa savaşlarının” başlayabileceğine dair haberler vardı. Toplumlar olarak bu durum dikkatimizi çekiyor, ağızlardan sular akarak sürdürülen doğalgaz atışmalarını takip ediyor ama oturduğumuz yerden kımıldamamız mümkün olmuyordu. Sanki birileri bir büyü yapmıştı. Uzun bir süredir bırakın ada sınırlarını, kendi evlerimize hapsolmuş gibi davranıyorduk. Bunu değiştirecek gücümüz mü yoktu ki, böylesi bir zamanda eski günlerdeki gibi sokakları doldurmuyorduk? Bir zamanların iki toplumlu kitlesel buluşmaları, yerini ve umudunu, liderlerin diğer güçlerin “yârenliği” ile gerçekleştireceği iddia edilen teknik görüşmelere bırakmıştı. Kısacası barış mücadelesi artık sloganda bile değildi. Barış hareketinin yaratacağı güç, savaşları üreten devlet diline ve yöntemine altın tepsi ile sunulmuştu. İşte o anda anladım ruhumun hapsediliş nedenini. Farkına varmak iyi geldi. Ciğerlerim dolana kadar içime çektim gerçekliği. Ardından öksürmeye başladım. E tabi, alışkın değildim. Aslında farkında olmak bu demekti, hatırladım.

Adanın esas sahipleri bir araya gelip seslerini duyurmuyor. Bunun nedeni nedir? Söylendiği gibi, ucu açık ve yıllardır sürdürülen görüşmeler mi bezdirdi bizi? Hiç sanmıyorum. Bizden çok daha kötü koşullarda yaşayan, ağır diktatörlükler altında inim inim inleyen veya ekonomik çöküşler sonucu hakları budanan birçok toplum hâlâ sokakta. Buna rağmen sessisiz. Demokrasinin temelinin bu yollardan geçtiğini ne çabuk unuttuk?

Kocaman kapıların ardında duran takım elbiseli erkek ve kadınların gerçekleştirdiği standart siyasi toplantılar ile sorunların çözüleceği yanılsaması, gözlerimize siyah bir bant çekmiş durumda. Aslında yaşadığımız karanlık da bundan kaynaklanıyor. Haraket etmediğimiz için bunun farkına varamıyoruz. Bildik  kişilerle bildik yöntemleri sıralamaya devam ediyoruz. Hâlbuki hep beraber bambaşka bir dünyanın hayâlini kurmuştuk. Her ne hikmetse, yıllar önce dökülen kalıplara yerleşip ona dönüşmeyi başardık! Ama hepimizin bildiği bir tuzağa düşmemek de önemli. Eski yöntemlerin yeni temsilcilerini de akıldan çıkarmamak gerek. Hani şu “40 yıldır federasyon göüşülüyor, bir adım ileri gidilmedi” diyen pek bilmişler. Tarih bilgisinden yoksun provokatörler Onlar. Hiçbir gerçekleştirilebilir öneri sunmadan, bataklığa giden yolu yavaş yavaş çiziyorlar. Emin olun, bugüne kadar hayatımızı işgal edenlerden bile daha çürük bir yapıya sahipler. İçlerindeki çürümüşlük dillerine yansımış, haberleri yok.

Eğri oturup doğru dans etmenin zamanı geldi. Bunun müsebbibinin sadece yöneticiler olduğunu düşünmüyorum. Ülkedeki örgütlü – örgütsüz tüm yapılar, benzer süreçlerden geçiyor. Hatta o kalıba dönüşme hâli, yerinde oturup sadece eleştiri yapan zatlarda da var. Bu yüzden durum tahmin edildiğinden daha karmaşık bir vaziyette. Çünkü söylendiği gibi, yıllardır federasyon görüşülmüyor ama yıllardır adanın kuzeyindeki toplum yavaş yavaş KKTC’nin var olmayan ve olmayacak yapısının sadık bekçilerine dönüşüyor. Hepimiz, kapacağımız koltukların efendileri olma rüyasında kayboluyoruz. Küçük hesaplar yapmaya devam ettikçe de hayallerimiz karabasana dönüşüyor, içinden çıkılmaz bir hal alıyor. İşte hemen hepsinin en temel nedeni, sokağı terk etmek. Dönüş yapmazsak, başımıza daha neler gelir bilmiyorum. Unutmayın  1 Eylül barış demek, barış ise özellikle Kıbrıslı Türklerin tek kurtuluş yolu.