Necmi Sönmez
Emin Çizenel’i yıllardır ilgiyle takip ediyordum. Mayıs ayında İstanbul’daki ilk görüşmemizden sonra Kıbrıs’a giderek atölyesindeki yeni çalışmalarını görmek ve onunla ikiye ayrılmış Ada’nın sınır bölgelerinde yürümek istedim. Ada’ya ilk gelişimdi, konuşmaya yürüyerek değil, yüzerek başlamak ise güzel bir sürpriz oldu. Çizenel’in severek kullandığı “adasantrik” sözcüğünün görsel ve fiziksel karşılığını Lefkoşa’daki, eski adı Victoria Street olan ince uzun dar sokaktaki konuşmalarımızdan duyumsadım. Adanın ne Rum, ne de Türk olarak tanımlanacak “farklı” kimliği, sadece yürüyüşlerimizde değil, yüzerken de, Bellapais, Kozan tepelerinde gezinirken de etrafımızda döndü durdu.
Aşağı yukarı 30 yıldır gerçekleştirdiğiniz çalışmalara bakma fırsatım oldu. Bildiklerinizi unutma, yeni, farklı teknikleri kullanma konusunda kuşağınıza görünmeyen bir yöneliminiz olduğunu gördüm.
Ben her güne bir acemi, bir çaylak gibi başlamak istediğimi söylüyorum hep. Her gün bir önceki ezberi bozmayı, hem yaptığım işten dolayı arzu ediyorum hem de etrafımı yeniden kurup, yeni cümleler bulmak, yeni izler sürmenin peşinde olma arzum var. Tecrübenin, yaratıcılığı dumura uğratıp aşırı yorgunlaştıracağını düşünmüşümdür. Çocukluğum da böyle geçti. İki defa politik nedenlerden ötürü göçmen olmuş, her şeyini iki kere yitirdikten sonra yeniden başlamak zorunda kalan bir aileden geliyorum. Yeniye dönük olmak hayatta kalabilmenin tek yolu sanki. Bu “yeniden tutunma” durumu, çalışmalarımda da bir savunma sistemi oluşturmuştur.
İki defa göçmek derken tam olarak hangi tarihlerden bahsediyorsunuz?
İlki 1964 yılında oldu. 10 bin tepeden tırnağa silahlı asker bizim yaşadığımız Malya bölgesine saldırdı. Burası bağlarından dolayı adanın zengin, göze batan Türk bölgelerinden biriydi. Çünkü meşhur Kıbrıs şaraplarının üzümü burada yetişirdi. Benim ailem de bağcılık yapıyordu. Taarruzdan dört gün sonra çöktük. Ailemle birlikte her şeyi arkamızda bırakarak elimize aldığımız bir bohça ile daha güvenli bir bölgeye kaçtık. Benim bundan sonraki gençliğim, lise hayatım silahlı bir milis olarak geçti. O dönemlerde herkes böyleydi. İkinci göç ise 1974’te oldu. Bu, bıçakla kesilmiş gibiydi. O güne kadar birikmiş her şeyi geride bırakmak, bölünmüş bir hayatı yeniden kurma ve ona saklanma şizofrenisi bir gerçek olarak hayatımıza girdi. Doğaldır ki bu iki büyük göçle, bendeki bir yere ait olamama hali, belirgin bir hissiyat olarak yerleşti ve kaldı. Benim her gün yeni bir maceraya başlama arzum, biraz da kimyamın böyle oluşmasından kaynaklanıyor. Resmim, üsluplaşmış bir anlayışın tekrarı üzerine kurulu değildir. Elimin, tecrübe kazanmış bir ezberi tekrarlamasını istemiyorum.
Sanıyorum atölyenizde gördüğüm kumaşla gerçekleştirdiğiniz son çalışmalarınız bunu ortaya çıkaran en iyi örneklerden. Burada sürekli olarak tekrarlanan bir üçgen motifi dikkati çekiyor. Bu diziye nasıl başladınız?
Eskiden Kıbrıs’ta köy terzileri diktikleri elbiselerin en ufak parçacıklarını bile atmıyorlar, onları kıvırıp üçgen formlarıyla istifleyerek bir tür patchwork yapıyorlardı. Bunlar bana tribünlere oturmuş farklı insanları andırırdı. Her üçgen aslında bir insanın hatırası oluyor, onun izini taşıyor. Seneler sonra bu üçgenler işlerime girdi. Bunları, üç boyutlu ve kocaman yapmayı da düşünmüştüm ama adını Kayıtdışı Takımlar koyduğum bu dizide üçgenlerin her birini portre olarak yorumladım. Bu dizi biraz da otobiyografik öğeler taşıyor. Tam da tescil edilmemiş yaşam kesitleri. Kayıt dışı ama yaşanmış bir gerçeklik.
Burada bir tür kolaj, asamblaj olarak değerlendirilebilecek öğeler ortaya çıkıyor, dikişin, yazma kalıp baskılarının, boyama tekniklerinin birlikteliğinden doğan tanımsızlık dikkat çekici.
Bunlar sadece yazma kalıpları değil, Ortodoksların Paskalya zamanında ekmeklerin, çöreklerin üzerine bastıkları tahta mühürler. Kayıtdışı Takımlar’da bunları ve çok eski yazma kalıplarını da kullandım. Farklı teknikleri bir arada kullanırken oluşan müdahaleler sonrasında, çalışmalarımda ritim duygusunun dolaştığı yüzeyler kuruluyordu. Bu oyunbaz müdahaleler sanki o dönem resimlerimin selameti için önemliydi. Bu serinin ihtiyacı da farklıydı zaten. Kalıp baskılarının üçgen kumaşlar üzerinde bir tür birleştirici olduğunu da gördüm.
Atölyenizde çalışmalarınızı incelerken, deneyleriniz ne olursa olsun Kıbrıs’ın tarihine dair politik, sosyal olgulara özel bir önem verdiğinizi, bunları da işlerinize metaforlarla aktardığınızı gördüm. Çoğu kez politik bir bakışla Kıbrıslılık olgusuna yaklaştığınız söylenebilir mi?
Bunu izah ederken çok dikkatli olmak lazım. Egzotikleşmiş bir yerde durmuyorum. İşlerimin amacı slogan üretmek, hikâyeler anlatmak yerine bu adanın bir malzemesi olmak. Katmanlaşmış ve bir sanatçının çok özelinde derinleşen arkeolojisinin açılıp bakılabilecek çekmeceleri olarak da tanımlayabiliriz. Egzotikleşmiş ifade biçimlerini reddeden, görselleşmiş ve metaforik olarak kısımlara ayrılan çekmeceler... Bu ada için taşıdığım düşüncelerin “öteki yüzü”, kendim için seçtiğim bir eylem biçimi. Aslında bir kader gibi görünen bu yaşam serüveni, bedenimde ve ruhumda ikinci bir “adacık /insula” olarak yerleşmiş ve yerleşmeye devam eden resimlerdir. Diğer yandan da izah edilmeyi bekleyeceklerdir: Önemli, gizemli, kahredici, derinleşen aşkların ve karanlık denizlerle yalnızlaşan mezraların tanıdık kalabalıklarını oluşturacaklardır. En zoru da, meseleler sürekli dönerken dinç kalabilmek.
Bu bir şekilde, geçmişle bugün arasında konumlanan, sizin de sıkça tekrarladığınız “adasantrik” olma durumuyla da yakından ilgili. Tuhaf ama Kıbrıs’a ayak bastığımdan beri mitolojik katmanların adeta her köşe nöbet tuttuğunu duyumsadım. Bu bir şekilde “Kıbrıslılık”la alakalı değil mi?
Aslında zaman kavramıyla mekânlaşan bir takvim yazılmış bize. Mekân, uzam, masal kahramanları, acayip deniz fısıltıları, renkler, kokular, masaldan “mesel” çıkarma oyunları, sınırları her gün yeniden çizilen coğrafyalar, ince ve kalın kitaplar, korkak kahramanlar... Hepsi de ironik bir biçimde birbiriyle bağlantılı. Tıpkı bu “adasantrik” yerden konumlanan sanatçılar, politikacılar, tacirler, komşularına öfkelenen fanatikler, şık üniformalarıyla barış gönüllüleri, denize sırtını dönmüş etoburlar gibi. Ölümlülerin “sorunlarla” boğuştuğu bu dünyevi duruma, yukarıdan, ölümsüzler katmanından bakmak gibi bir şey. Fiziki bir haritayı okuyarak yol bulmanın ortak paydalarında, çoğu zaman kaçırdığım yerden yola devam etmek, zamanın bir daha asla elden kayıp gitmeyeceği yeni bir uzamı oluşturmakla ilgili çok “şakacı”, ama çok acılı bir baharatı da taşıyan bir yerlerde durduğumuzu zannediyorum.
Bu röportaj Art Unlimited Eylül - Ekim sayısı için hazırlanmış ve ilk olarak söz konusu dergide yayınlanmıştır. Röportaj, yazar ve yayıncının izniyle Adres Kıbrıs dergisine de alınmıştır.
Fotoğraf Anber Onar