Öncelikle havanın ne kadar soğuk olduğunu yazmak geldi içimden.
Şimdi, oturduğum yerde, klavyeye doğru eğilip hızla tuşlara basarken, o günün ne kadar soğuk olduğunu, içime işleyen rüzgârla birlikte, hızlı adımlarla, sabahtan kalan yağmurun ıslak izlerinin hala daha tazeliğini koruduğu, çimenlerin üzerine, yol kenarlarına, kaldırımlara yığılmış yaprak tepeciklerine basarak yürüdüğümü, düşündüm. Pek yürümek denemezdi aslında, koşarak uçtum adeta, o güzelim sarı, bakır ve kahverengi tonlardaki yapraktan yolların üzerinden.
An böylesine akıp giderken, yürüme ve koşma arasına sıkışıp kalan hareket halinden, birden aklıma, yedi saat boyunca hiç oturmadan ders anlattığım gelip, çakıldı. Düşüncenin gelip aklıma kar tanesi gibi düşmesiyle başlayan hafif soğuk uyuşukluk ve ayak bileklerime inen, ince sızı arasındaki uyum ortaklığının gizemini çözemedim. Ayaklarımın apansız başlayan sızısı kanatlanarak gelip oturdu içime… Sonra da aldırmayarak bu sızlama nöbetlerinin oluşturduğu şikâyet bulutlarına, saatlerce soğuğun altında çalışan inşaat işçilerine ve de maden ocaklarına sıkışan hayatlarının tek rengi ekmek olan kömür karası umut insanlarının gözleriyle karşılaştı hayalden düşünce bulutlarım… Hal böyleyken, sabahleyin daha fakültenin yoluna düşmeden, bulabildiğim zaman aralığında yudumladığım, sıcak kahvemle, sokağa kısacık bakışlar attığım esnada gözüme ilişen, karşı apartmanın en üst katında, cam silmek için yaşama incecik bir pencere kenarından tutunan, yüzünü dahi görmediğim, adını hiç öğrenemeyeceğim, kendine ait hikâyesinin değil başlığını, ara satırlarını bile bilemeyeceğim, kadına ne demeli?
Benzer manzaralar öylesine sıklıkla karşılıyor ki sokaktan geçip giderken şehrin insanlarını… Böylesine, bedenin taa derinlerinden gelip aklınızı karıştıran sorular düğümüyle bakar mı herkes bedeninin gücücüyle hayata tutunanlara -belki de tutunamayanlara- karşı, gerçekten bilemiyorum… Çoğunlukla cama öylesine iliştirilmiş bir yaşamöyküsü, diyerek, herkes kendi hikâyesini yaşıyor bu dünyada… Kısaca, sırlarını belli etmeyen onca insanla dolu dünyanın her bir karesi…
Bazen yaşadığım şehrin çok uzaklarında kalan bir küçük ev hayalinde bulurum kendimi… Ocağında ne piştiğini, o günün sonunda yaşam hakkı denilen tuhaf süreçten payına ne düştüğünü dahi göremediğim, bilemediğim insanların dünyasında bulurum kendimi… Sahi onlar da düşlerler mi, büyük gri şehirden onlara bakan bir düşünce gözünün olduğunu… Yoksa kendilerine biçilen kader denilen coğrafya içinde yarını değil de anlık zamanların verdiğinin gerçeğiyle mi bakarlar yaşama? Çoğumuz tüm bunların ne anlama geldiğini dahi bilmeden, düşünmeden, hatta güncel haber sayfaları içinden kaçıp, kendi parlak ışıklarına gömülerek yaşayan sözde “pozitif insan ruhaniyetinin” verdiği hızla dalarız hayata…
Dalınmakta da!
Seslerin, sözlerin açtığı hayal penceresinden bakarken, çoğunlukla yolumu kaybettiğim zamanlar yaşarım.
***
Soğuk bir gün olduğuyla başlamıştım söze; o günün en anlamlı anlarını yazıya döküp paylaşmak için sabırsızlanmama rağmen, klavyemi frenleyerek, yavaşça, yeniden yaşayarak şimdi anı olan görüntüleri, son cümleye kadar gidebilmeyi başarmak istiyorum. Yoksa bir anda aklıma gelen tüm düşünceler heyecan dalgasına kapılıp, olayın ne kadar önemli olduğunu dahi anlamadan kıyıya köpük köpük vurup hızla geri çekilen deniz dalgasına dönüşecek.
Giriş cümlesiyle birlikte ne yazmam gerektiğini çok iyi kurgulamıştım. Gelin görün ki yine dağıldım. Aklımda uçuşan düşüncelerin peşinden, tıpkı Alice’in beyaz tavşanı takip etmesi gibi, koşuyorum. Hikâyeyi hatırlıyor musunuz? Neler yazıyorum böyle?! Tabi ki herkes Lewis Caroll’un ünlü hikayesini bilir. Her ne kadar günümüz gerçekçi birey topluluklarına hayal gücü renkliliği ve bir o kadar peşi sıra gelişen saçma olaylar bileşkesi ile salt bir düş dünyası kapılarından öylesine bir bakış fırlatmak gibi olsa da, birçoğumuzun hikâyenin satır aralarındaki ironik yansımaların etkisini hissettiğini söylemeliyim. İşte büyük beyaz tavşanın peşinden koşup, servise yetişmeye çalıştığım bir günün nasıl da güzel bir buluşmayla sonlanacağını bilemeden, zar zor, kendimi atabildiğim minibüs penceresinden Beytepe’de akşam saatlerinin ne kadar güzel olduğunu bir kez daha görerek şehre doğru gidiyordum. (Bu yazıyı bir çocuğun okuduğunu düşünerek onun Alice Harikalar Diyarı’nda kitabını ezberleyen usunun lekesizliğinde yaratacağı tuhaf soru işaretlerini görerek, aslında biz yetişkinlerin çok çetrefil bir yaşam mücadelesi kaosunda “komik” ve de “tuhaf” göründüğümüzü söylemeliyim.)
***
Hepimiz küçücük hikâyelerin peşinden koşmaktayız. Hayallerinde sınırsız olanların büyük dediğimiz ve “hayranlıkla” izlediğimiz yaşamöykülerinde bile küçük sır perilerinin gizli olduğu hikâyeler mevcuttur. Çok hayal edersek gerçekleri göremeyiz, fazladan uyursak rüyaların sarhoşluğuyla kirpiklerimize değmez güneşin ışıkları… Çocukluktan kalan küçücük hikâyelerin ardından gitmek ve onca hayalden yorgun düşerek, umutların gerçekleşmesi için acele acele dalıyoruz hayata… Hayat denilen kısacık çizgide, çalışmaktan başka bir yaşam anlamı bilmediğini cesaretle söyleyen insanların, ders alınması ve imrenilmesi gereken öyküsünün olduğunu artık daha iyi biliyorum. Yalnız, bu bilebilme farkındalığının olgunlaşmaktan mı, yoksa içimdeki çocuğun hala daha çığlıklar atarak dans etmesinden mi, kaynaklandığı konusunda tereddütlerim var!
Sanırım yeterince ağır davrandım. Artık sözü toparlayıp, 2014 bitmeden, yılın bu son yazısını, YENİDÜZEN Pazar günü için baskıya girmeden yetiştirmeliyim. Şunu açıkça söylemeliyim ki, düşüncelerimi toparlayıp, kelimelerin cümle yapılarına nasıl dönüşeceğini içselleştirmek için, gerçekten düşlere uzanan kısacık sürece ihtiyacım vardı. Bir tavşan deliğinden geçerek girdiğim sözcüklerden oluşan fantastik dünyadan çıkma zamanı… Gerçek şu ki: “kendi yağımızda kavruluyoruz” sözüyle dünyaya yakınlaşmaktan çok gittikçe yabancılaşıyoruz. Çoğu zaman bildiğimiz yaşamlardan soyutlanamıyoruz. Belki bazen içimizden geçen trenin hayal vagonlarına takılıp kalsak ve hızına kapılsak, başka öykü karakterlerinin dünyasına konuk olabileceğiz. Neyse… Biraz gerilerde giderek esas sözü bağlıyorum. 2008 yılında gezdiğim bir serginin görüntüleri halen belleğimdedir. Yalnız, güçlü ve çalışkan bir insanın portresiydi, söz konusu sergi… Nuri Bilge Ceylan ve Emine Ceylan’ın “Babam İçin” adlı fotoğraf sergisinde tanıdığım Mehmet Emin Ceylan, içimde adeta bir uçurum gibi büyüyen baba özlemine özlem kattı. Yetiştiği toprakların ıssızlığında -yalnızlığında- kozasına çekilmiş bir insanın gözünden gördüm babamı… İstanbul’daki günlerimin ardından Ankara’ya dönerken, otobüsün penceresinden hızla akıp giden manzara kesitlerinde, bir görünüp bir kaybolan küçük küçük evlerin pencerelerinden, dumanı tüten bacalarından sızarken buldum kendimi… Yarattığım uçurumun tam kenarına gelmişken Pavese karşıladı beni: “Uçurumdan kurtulmanın tek yolu ona bakmaktır.”
Çok doğru!
Uçurumun derinliğini ölçüp ölçmemekle alakalı bir ruh halinden sonra babamın geçmişte kalan fotoğraflarıyla yeniden buluştum. Çalışma odasının kitap rafları arasında yerini bildiğim ve fakat göz göze gelmemek için bakışlarımı kaçırdığım albümden çıkan fotoğraflarla yeniden bakıştık. Sonrasında, içimdeki uçurumun derinliğini ölçüp kendimi boşluğuna bıraktığımda, ferahladım, rahatladım ve ağladım…
Ağlamak güzeldir, der Sezen… Gerçekten de güzelmiş…
***
Bir babanın erdemi, çocuğun servetidir. Sizce de öyle değil mi? İşte babamla yollarını fotoğraflarla kesiştirdiğim böylesi yürekli bir adamın oğluyla tanışmayı o günden bugüne hep istemiştim. “Oğlum ödülünü, tutkuyla sevdiği yalnız ve güzel ülkesi için aldı.” diyen babanın oğluyla…
Sonuç olarak soğuk bir günün sonunda Nuri Bilge Ceylan’ın elini sıkmak, tanışmak, konuşmak ve 2008 yılına dair bendeki anıları paylaşmak, sanırım, 2014 yılının bana verdiği en güzel anı oldu. Onca (dünya) acısına, ağrısına rağmen katlanmayı, katlanabilmeyi başarabildiğim bir yılın son günlerinde, geçen zamana, yaşananlara, yalnız insanlara, yalnız yurtlara, her an biraz daha acı bulutlarıyla sarmalanmakta olan bir dünyaya dönüp gülümsedim.
***
Ceylan’ın CerModern’de 26 Mart 2015 tarihine kadar açık kalacak olan PANORAMİK BAKIŞ sergisindeki 48 fotoğraf, Türkiye’nin dört bir yanındaki toplumsal panoramayı, iyi bir gözlemci tarafından gözler önüne koyuyor. Sergi küratörü Peter Schwerfel’in de vurguladığı gibi, ‘sırlarını belli etmeyen bireyler, gruplar ve manzaraların portrelerini çizen meraklı bir gözün bakışları’ hassas, saygılı ve her zaman mesafeli bir gözlemci olarak Nuri Bilge Ceylan’ın fotoğraflarıylayız… Ve fotoğrafların yarattığı evren bizim dünyamız oluveriyor.
İşte böylesi büyük bir evrene kendi kozanızdan nasıl bakabildiğinizin öğretisiyle yaklaşıyor size sergi…
Önümüzde 48 fotoğraf ve her bir fotoğraftan size bakan gözlerle bütünleşiyorsunuz.
Kendinizi fotoğrafların geniş manzaralarına ve insanların gözlerinde saklı sırlara bırakabilirsiniz.
***
Evet, 2014 yılın şu sayılı günlerinde, galiba en güzeli, geçen zamanın izlerini derin bir nefes alarak içimize çekmek…
İçimizde tuttuğumuz nefes 2015’i bizlerle karşılayacak.
Sırlarını belli etmeyen, tüm yalnız insanlar için, yeni yıl, UMUT dolu olsun.
Mutlu Yıllar!