Mertkan Hamit
mhamit@gmail.com
Foreign Policy Dergisi 1970 kışından beri yayınlanan, Amerikan dış politikasının özünü oluşturan real-politik pozisyonları ile bilinen önemli dergilerden biridir. Derginin kurucusu Medeniyetler Çatışması isimli kitabıyla bilinen Samuel Huntington olduğunu da hesaba katarsak, derginin Sovyetler sonrası düzeninin kayda değer propaganda araçlarından olduğunu da iddia edebiliriz. Batı bloku olarak adlandırabileceğimiz ve esasta NATO ile birlikte Amerika’nın esas belirleyici olacağı bir dünya düzeninin açık savunucusu olan bu dergi, Amerikan seçimlerinden bir gün önce yayınladığı kapsamlı bildiride tarihinde ilk kez ABD seçimlerinde açık biçimde taraf oldu.
Dergide, “Neden Donald Trump Amerikan Başkanı Olmamalıdır” diye bir makale yayınladı ve özellikle Trump’ın dış politika konusundaki zafiyetleri, politik anlayışı üzerine eleştiriler ortaya konuldu
Foreign Policy dergisinin bu anlayışı ana akım liberallerin mağlubiyeti seçimden bir gün önce kabul ettiğini gösterirken, seçimden önce Trump’un zaferi getiren “Anti-establishment” söylemini güçlendirdi. Çünkü Foreign Policy gerçekten Amerika’da “establishment” olarak iddia edilen anlayışın dış politika ile ilgili sözcülüğünü yapmaktadır. Bu noktada, seçimi kazandıran “Anti-establishment” ya da Türkçe’de yaygın kullanışı ile “Egemen Karşıtlığı” olarak kullanabileceğimiz kavramı tartışmakta yarar vardır. Çünkü önümüzdeki süreçte bu söylem üzerinden popülizmin yükselişine tanıklık edeceğimizi söyleyebiliriz.
Her ne kadar egemenlere karşıtlık geleneksel olarak “sol” bir siyasi tavırken, şimdi popülist sağın tavrı olarak konumlanması ve bu haliyle seçim kazanması biraz da manidardır. Bu gelişme aynı zamanda popülist ve milliyetçi tavrın dönüşümüne yönelik önemli bir fikir vermektedir. Bu noktada, Trump’ın kazandığı seçimi sadece bir yarış olarak değil siyasi söylem ve anlayışın bildiğimiz ana akım anlayışların ötesinde ve önünde bir anlayışın örneği olarak ele alabiliriz
Adı geçen söylemin gücünü Trump’ın seçim kampanyasının bütünüyle düşünmemiz gerekmektedir. Trump adayı olduğu Cumhuriyetçi Parti’de genel olarak muhafazakâr, dindar (katolik), beyaz Amerikalılara sesleneceğini biliyordu. Ana seçim sloganı olan, “Bir Kez Daha Amerika’yı Görkemli Yapalım” ile seçmene iki önemli mesaj veriyordu.
Birinci verdiği açık mesajdı. Sıradan seçmen için “Amerikan Rüyası”nı bir kez daha anımsatan bu söylem yeni bir başlangıç noktası haline geliyordu. İkinci verdiği mesaj ise daha gizli bir biçimdeydi. Burada eski, büyük ve önemli olan ülke ABD’nin artık bu kadar etkili olmadığı anlamı çıkmakta, buradan hareketle de bir şeylerin yanlış gittiğinin mesajı veriliyordu. Özetle, slogan eski güzel günleri getirmeye yönelik bir çağrı ortaya koyarken, insanların gündelik eleştirilerini benimsemekteydi.
Trump, Demokrat aday adayı Bernie Sanders gibi ideolojik ve derin siyasi tartışmalara hiç girme ihtiyacı görmedi. Zaten böyle bir sistematik çözüm öneresi sunabilecek donanımı olmadığı da ortadaydı. Demokrat Parti kitlesi de zaten Clinton ile yarışında Sanders’ı saf dışı bırakmıştı. Demokratlar (ve Cumhuriyetçi elitlerin bir bölümü) yola Clinton ile devam ederken, kendileri ve ABD’nin geleceği için herhangi bir değişim ortaya koymamıştı. Cumhuriyetçi aday Trump için Sanders, kendine özgü bir politik dil konuşan ve zorlayıcı bir adayken, Hillary kendine daha uygun bir dile sahipti. Ana akım liberal dil aslında Trump için mücadele edilebilmesi en kolay politik söylemi temsil ediyordu.
Trump, önce Amerika’nın yeniden ihtişamlı olmasını engelleyen düşman varsayımı kabullendi. Tıpkı George W. Bush’un 11 Eylül sonrası anlayışı olan “ya bizimlesin ya da bize karşısın” anlayışını hortlattı. ABD’nin “görkemli” olmasının önünde duranları hedef belirledi. Meksika sınırına duvar örüp, bunu Meksikalılara ödeteceğini söylerken, onların büyük bölümün işe yaramaz olduğunu belirtmekten çekinmedi. Her yerde olduğu gibi göçmenler ekonomik kriz sonrasında ortaya çıkan mağduriyetlere karşı belirlenmiş günah keçilerinden olmuştur. Trump bu tarz varsayımları içselleştirmeyi tercih etti. Bir tarafta ırkçı ve cinsiyetçi açıklamalar yaparken, eş zamanlı olarak rakibine karşı politik tecrübesizliğini avantaja çevirecek söylemi yine aynı noktadan hareketle gerçekleştirdi.
Hillary Clinton’ın siyasi tecrübesi ve Washington imajını olumsuz bir unsur olarak sundu. Hillary ve onun gibileri Amerika’nın gelişmesini istemeyen ve kendi çıkarlarını korumak isteyen egemen yapıların sebep olduğunu söyledi ve Clinton’ı onun temsilcisi olarak ilan etti. Amerika’nın yeniden görkemli olabilmesini ise onlarla savaşarak gerçekleştireceğini iddia etti. Öyle ki, Hillary Clinton ile gerçekleşen bir münazarada başkan olursa Hillary’nin hakkında çıkan e-mail skandalından ötürü onu hapse tıkacağını da iddia etti.
Bu noktada Amerikan halkının Trump’ı seçerken ne reddettiğini aklı selim bir biçimde düşünmek gerekir. Amerikan halkı süregelen yapısal problemlere karşı ana akım teknokratik çözümler değil, kararlı bir söylem duymak istediği anlaşılmaktadır. Bunun da belki hesapsız bir biçimde olsa da Trump tarafından ortaya koyulduğunu söyleyebiliriz.
Sonuçta, Trump sorunların kaynağı olduğunu iddia ettiği işsizliğin ve gelir adaletsizliğinin sebebinin kapitalizmin sorunu olarak değil, çıkar gruplarının bir sonucu olduğunu söylemeyerek ondan hiç bahsetmemekten daha ikna edici oldu. Clinton’ın teknik ve karmaşık cevaplarının yerine muğlak ve kolay cevaplar veren Trump seçimi kazanmak için duymak istenileni söyledi. Garip olan ise bir milyarderin, sıradan insanlara yaşadıkları sıkıntılara son verecek bir lider olarak görülmesi…
Bu absürtlüğü ise belki de samimiyetten uzak ana akım liberal söylemin iflası ile açıklayabiliriz. Trump’ın seçim serüveninin aykırı söylemleri göçmen karşıtlığı ile başladı, Meksikalı ve Latinlere yönelik aşağılayıcı ifadeler kullandı. İzleyen günlerde ise İslamofobiye dair söylemleri arttırdı. Avrupa’da aşırı sağ diyebileceğimiz ve “marjinal” olarak düşünülen birçok parti liderinin söylemeye çekindiklerini doğrudan dile getirirken bu konuda norm olarak farz edilen liberal “politik doğruculuk” hassasiyetini de rafa kaldırdı.
Artık diğer ülkelerde de maço dil ve erkek egemen anlayışın eskisinden daha banal bir halde yeniden hortlayacağına hiç şüphe yok. Liberal anlamda kadın ve beden siyasetinin zaferini bir kadın başkanı seçtirerek kutlamaya çalışan Yeni Dünya çok ağır bir yenilgiyle karşılaştı. Kadınları, göçmenleri, LGBTQ kişileri ve diğer sosyal ve etnik azınlıkları sırf politik olarak doğru olduğu varsayımının naifliği ile kucakladığını iddia edenlerin takındığı ‘ortalama’ pozisyon yerle bir oldu. Aynı konulara sistematik karşı çıkışları başta marjinal olarak görenlerin ve ekonomik anlamda adil düzeni abartılı bulanların takındıkları tavrın sonucu olarak artık daha güçlü bir adaletsizlik perçinlendi.
Sonuç olarak seçimi Donald Trump kazandı. Dediklerinin ne kadarını yapacağını hesaplamak yerine, Amerikan seçim sürecinin en büyük sonucu ana akım liberal hegemonyaya sağdan çok güçlü bir darbe indirmesi oldu. Bu noktadan sonra, ana akım dili zorlayarak meşruluğunu kaybetmiş bir anlayış ile kitleleri ikna etmek yerine, ayakları yere sağlam basan güçlü bir sol anlayışın tesis edilmesi çok daha önemli olacak. Ayrımcılığın çok daha açık bir biçimde uygulanmasının daha meşru olacağı süreçlerde, radikal bir biçimde ayrımcılığa karşı olmak gerekecek. Aynı şekilde cinsiyetçiliğe ve ırkçılığa karşı da daha net ve kararlı biçimde taraf olmak gerekli olacak.
Popülist sağı temsil eden anlayışın Amerikan başkanı seçilmesiyle, artık bu fenomenin engellenebilmesinin yolunun çok kolay olmayacağı açık. Ancak alternatif yaratmak için verilecek olan mücadelenin, yeni solun dilini ve geleceğini belirleyeceğinden ise hiç şüphe yok.