“Kıbrıs’ta biz ateşkes anlaşması ile yaşayan insanlarız. Askeri konular bizim için çok hassastır, çok mukaddestir. Askeri konulara değinildiğinde askerimizden gelen hassasiyet var ise bunu gençlerimize “yapmayın, etmeyin” diye telkin etmek ilgililerin görevi olur. “Hayır, biz yapacağız” derlerse böyle şeyler olabilir.”
Bu sözler 1998 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nde gerçekleştirilen 32. Gün programına konuk olan dönemin Cumhurbaşkanı Denktaş’a ait. Programın sonlarında Kıbrıslı öğrencilerden birisi söz alıyor ve o günkü konuklardan bir diğeri olan Yılmaz Erdoğan’ın yazdığı bir oyunu KKTC’de sahneye koyma girişimlerinin Polis tarafından engellendiğini ve gözaltına alındıklarını anlatıyor. Denktaş önce oyunun içeriğini bilmediğini, kendisine Polis tarafından izinsiz olduğu bilgisi verildiğini söylüyor. Ancak hemen akabinde sözü alan o günlerin öğrencisi, bugünün Cumhuriyet Meclisi Başkan Yardımcısı Armağan Candan daha net bir biçimde başlarından geçenleri izah edince ve hatırı sayılır ölçüde alkış da alınca Denktaş ağzındaki baklayı çıkarıveriyor. Yukarıda alıntılanan sözlerle gençlerin dönemin askeri makamlarının talimatıyla gözaltına alındıklarını itiraf etmiş oluyor.
Şimdi takvimleri 2021 yılına alalım. Geçen yıllar içerisinde Türkiye’de köprünün altından çok sular aktı. AKP iktidarı çeşitli süreçlerden sonra özellikle 15 Temmuz darbe girişiminin ardından Askeri vesayeti büyük oranda tasfiye etti. Tabi Türkiye’de halen yaşanmakta olanlar sivilleşmenin her koşulda demokratikleşme anlamına gelmediğini de bizlere açıkça göstermiş oldu.
Bizde ise “hassasiyet gösteren” özne dışında pek de bir şeyin değişmemiş olduğunu Sol hareket üyelerinin tutuklanma garabetinde bir kez daha görmüş olduk. Normal şartlarda şikayet halinde belki de Polisin tahkikat bile yapmayacağı, en fazla karakola davet edilip ifade alınarak dava okunacağı bir meselenin bu boyutlara varmış olması ilgili “hassasiyetin” büyüklüğünü ortaya koyuyor.
Belli ki Polis Kıbrıs’ın kuzeyinde Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı rahatsız edecek hiçbir eylemin yapılmasını istemiyor. Erdoğan’ın en azından Türkiye’den duyulabilecek şekilde eleştirilmesinden ciddi bir korku duyulduğu anlaşılıyor. Daha önce azar işittikleri, “böyle şeylere nasıl izin verirsiniz” serzenişlerine maruz kaldıklarını düşündüren uygulamalar Polis teşkilatı için uzunca bir süredir alışkanlık haline geldi.
KTHY önünde eylemcilere orantısız güç kullanılmasında, Afrika gazetesi karikatür davasında, 15 Kasım’da hukuka aykırı olarak eylemlerin yasaklandığının örgüt temsilcilerine bildirilmesinde hep bunun örneklerini yaşadık.
Meselenin hukuki boyutlarıyla ilgili söylenecek ve tartışılacak çok şey var. Bu yazının maksatlarını aşmadan şunu belirtmekle yetinelim; son olayda yakın zamandaki örneklerden hiç de yabana atılmaması gereken bir fark var. Bugüne kadar Polisin (ve ona binaen iddia makamının) benzer girişimleri çeşitli aşamalarda yargı tarafından bertaraf edilirken, bu kez talep edilen tutuklama emrinin mahkeme tarafından verilmiş olması oldukça ürkütücü. Keza ilgili emrin Ceza Yasası’nda “herhangi umumi bir yerde huzursuzluk çıkaracak biçimde davrananlar” olarak tarif edilen ve en fazla 1 aya kadar hapislik cezası öngörülen bir suçun tahkikatı kapsamında verilmesi bugüne kadar rastladığımız bir şey değil.
Bu notları düştükten sonra siyasi hedefe de kısaca değinmekte fayda var. Kestirmeden söylemek gerekirse, işlerin daha da kötüye gitmemesi için sivilleşmenin toplum nezdinde yeniden tartışmaya açılması gerekiyor.
Denktaş’ın 98 yılında “askeri hassasiyet” diye tarif ettiği şey bugün “sivil hassasiyet” olarak sapasağlam yerinde duruyor. Buna dayanarak talimatlar verilmeye, telkinlerde bulunulmaya devam ediliyor.
Bu koşullar altında bize düşense polisin sivil otoriteye bağlanması hedefini diriltmek, bunu halkın geniş kesimlerinin talep ettiği bir şey haline getirmek...
Başka bir deyişle “derhal sivilleşme” talebiyle direnmek..