Melek Cihangir
melek.cihangir@unil.ch
Seçim döneminde bazı sosyal paylaşım ve haber sitelerinde neredeyse siyasi skandal şeklinde ele alınan İrsen Küçük’ün saç boyası konusunun artık gündemde olmadığı bir döneme girdik. İyi oldu; bol bol konuştuk, tartıştık, oy verdik, sonra tekrar konuştuk ve şimdi hükümetin kurulmasını bekliyoruz. (Bugün 12 Ağustos- hükümet henüz kurulmadı.) Doğuş Derya’nın bu sabah vicdanının sesini dinleyerek ettiği yemine verilen olumlu ve olumsuz tepkiler, mecliste bizi temsil edenlerden ne beklediğimiz konusunu bir kez daha gündeme getirdi. Kimimiz Derya’yı alkışladı, kimimiz ayıpladı, çoğumuz anlamadı. Ama hepimiz bir yerlere yazdık, bir yerlerde söyledik hükümetten, siyasi partilerden “değişim” beklediğimizi. Herkes bir şeylerin değişmesini istiyor… Kurulacak koalisyon hükümetinden neler bekleyebileceğimizi düşündüğümüz (ya da düşünmediğimiz) bu günlerde, birey/yurttaş/üye olarak (ne olmak istersek o) siyasal katılımımızla ilgili hatırlamamız gerekenleri paylaşmak istedim bu yazıda.
Katılım oranının %70 civarında olduğu 28 Temmuz erken seçimi sonrasında birçok siyasetçi ve yazar düşük katılımla ilgili çeşitli tezler sundular:
DP-UG genel başkanı Serdar Denktaş, Ramazan ayında oluşumuzu ve birçok vatandaşın önceden ayarlanmış tatil programını katılımdaki düşüşün nedeni olarak açıkladı. Cumhurbaşkanı Eroğlu, Türkiye televizyon kanallarından birinde yaptığı açıklamada, seçim tarihinin fevkalade uygunsuz bir zamana denk getirildiğini, böyle sıcak bir tatil mevsiminde seçim yapılmasının ardında “bazı planlar” olduğunu iddia etti. CTP-BG genel başkanı Özkan Yorgancıoğlu, seçime katılımın AB ülkelerine kıyasla çok da düşük olmadığı belirtirken, katılım sayısının daha yüksek olmayışının ardında sıcaklar ve tatil döneminden başka birçok neden olduğunu dile getirdi. İlk kadın başbakanımız Sibel Siber de son zamanlarda ülkede ve mecliste yaşanan olaylardan sonra bu katılımın düşük sayılamayacağını vurguladı. Önceki seçimlere nazaran düşük olan katılım oranının nedenleri üzerine farklı görüşler dile getiren siyasetçilerin hem fikir oldukları bazı noktalar vardı: Öncelikle kendilerine oy veren, vermeyen herkese teşekkür ettiler. Bunun yanı sıra, halkın eski hükümetin uygulamalarından memnun kalmayıp, bu seçimle UBP’yi cezalandırdığını ve bundan tüm siyasi partilerin ve kurulacak yeni hükümetin alması gereken dersler olduğu düşüncesini paylaştılar. Parti başkanları, partilerinin seçim öncesi verdikleri sözlerin arkasında duracağını açıklayıp, şeffaflık, adalet ve demokrasi sözü verdiler. Gazetelerde yer verilen bu açıklamalara Fransa’dan cevap yazan bir vatandaşımızın yorumu şu oldu: “Bir da bu şeffaflık çıktı başımıza.”
Birçoğumuzsa katılım seviyesindeki düşüklüğün nedeninin siyasi belirsizlik ve siyasetçilere olan güven eksikliği olduğunu konuştuk; şeffaflık, adalet ve siyasi istikrar beklentisini sık sık vurguladık. Evet, herkesin seçimlerden beklentisi farklıydı, yeni hükümetten beklentisi de farklı. Kurulacak koalisyon hükümetinin verilmiş her sözü hayata geçirmesini beklemenin gerçekçi olmadığını da biliyoruz. Öyleyse nedir beklediğimiz? Secimden bu yana bol bol yazıldı, konuşuldu yeni hükümetten nelerin beklendiği. Amacım bunları tekrarlamak değil, beklerken yapabileceklerimizi hatırlatmak. Evet, başımıza bir de katılımcılık çıktı!
***
Ülkemizde demokrasiye, siyasi partilere, ve genel olarak siyasete olan inancın –ya da beklentilerin- azaldığı düşüncesini paylaşanlardanım. Bu güven kaybı, özellikle yakın zamanda mecliste ve hükümette yaşanan kaosun bir sonucu olmaktan ziyade ülkemizdeki politik ve siyasi istikrarsızlığın ve toplumsal memnuniyetsizliğin çok uzun zamandır devam etmesinin bir sonucudur. İrsen Küçük hükümetinin beklentilere cevap verememesi ve UBP içerisinde yaşanan anlaşmazlıklar da erken seçimi zorunlu kıldığı gibi, Kıbrıslıya kendini daha da çaresiz hissettirmiştir. Öte yandan toplumun siyasete ve günümüzün en yaygın yönetim şekli demokrasiye olan güveninin azalması sadece ülkemizde görülen bir olgu değildir.
Demokrasi konusunda çalışmalar yapan birçok siyaset bilimcisi ve yazar günümüz demokrasilerinde gerilemeden veya duraksamadan söz etmektedirler. Benzerlikleri tartışmalı bir konu olsa da ‘Arap Baharı’, ‘Wall Street’i İşgal Et’ ve ‘Taksim Gezi Parkı Protestoları’ gibi halk hareketleri, eşitlik, özgürlük ve insan hakları kavramlarını, ve demokrasi talebini tekrar tekrar gündeme getirmişlerdir. Bu eylemlerin öteki ortak noktası ise sivil toplum örgütleri ve halk hareketlerinin siyasal katılımdaki yeri ve önemini vurgulamaları olmuştur. Özellikle ifade özgürlüğünün kısıtlandığı ve siyasal katılımın oy vermeye indirgenmeye çalışıldığı ülkelerde (bkz. Erdoğan Türkiye’si) demokrasinin içinde bulunduğu çıkmaz gittikçe daha sık tartışılan bir konu olurken siyasal katılımın önemi de daha çok ön plana çıkmıştır. Demokrasiyi, değişen toplumsal, politik ve ekonomik yapıya uygun bir şekilde yeniden tanımlamak, siyasetçiler ve siyasi partilere nasıl temsil edilmek istediğimizi anlatmak ve haklarımızı hatırlatmak ancak siyasete katılımla mümkündür. Demokrasi en genel tanımıyla halkın yönetimi ise, aynı zamanda halk tarafından tanımlanan bir sistem olmalıdır.
Mustafa Öngün, Gaile’nin 4 Ağustos sayısında, siyaset ve siyasi partilere duyduğumuz güvensizliğin nasıl aşılabileceğine ve bu süreçte hem hükümete hem de topluma düşen görevlere değindi. Güçlü, kendine güvenen bir toplum oluşturabilmek için siyasi partiler ve hükümetin öncelikle şeffaflık ilkesini benimsemesi ve toplumu, alınan kararlar, yasal düzenlemeler, devlet harcamaları konularında bilgilendirmesi gerektiğini vurguladı. Öngün’e göre bu süreçte, bilgiyi eline geçiren topluma düşen görev ise siyasi katılım göstermekti. Yeni milletvekillerimizden Tufan Erhürman da seçimin hemen sonrasında Facebook sayfasında yayınladığı “Şimdi yeni şeyler söylemek lazım” başlıklı yazısında, siyaset kurumu ve siyasetçiye yönelik güvensizliğin aşılması için hukuki altyapıda değişiklikler yapılması gerektiğini dile getirdikten sonra toplumdan beklentisini şöyle açıkladı: “ Kamuoyundan beklentim, bu değişikliklerin yapılması için verilecek mücadelede desteklerini, ve sözümüzü tutmamamız halinde eleştirilerini esirgememeleri, siyasetin ve reform sürecinin yalnızca siyasi partilere ve milletvekillerine bırakılamayacak kadar ciddi bir ii olduğunu göstermektir. Siyaset, belli bir düşünce sisteminden, ilkelerden hareketle, toplumu ve sistemi değiştirme, dönüştürme çabasıdır. Asla seçim dönemiyle sınırlı değildir, olmamalıdır.”
Toplumun ve sistemin değişmesini ve değiştirilmesini beklerken bireye önemli görevler düşmektedir. Öncelikle, siyasetin toplumsal etkileşimin çeşitli aşamalarında yer aldığının, ve toplumun parçası olan bireyin gündelik eylemlerinin siyaseti etkilediğinin bilincinde olmalıyız. Bunun fakında olan birey, katılımcılığın sadece oy vermek ve hükümetten icraat beklemek (ki çoğumuz sadece icraat bekler) olmadığının da farkındadır. Toplumsal bir aktivite olarak siyaset, toplumu etkileyen her çeşit konuyu ve sorunu (ki şimdi gündemden düşmüş olan İrsen Küçük’ün saç rengi konusu bunlara dahil değildir) kamusal alana taşımayı gerektirir. Bu şekilde oluşturulan kamusal alan tartışması da herkese açık olan, buna bağlı olarak ortaklaşa yürütülen bir söyleşi ve bir çeşit pazarlıktır. Bu eylem doğal olarak herkesi tatmin edecek sonuçlar üretmez, fakat toplumsal farklılıklar ve önceden kamusal alana taşınması mümkün görünmeyen sorunlarla ilgili toplumsal farkındalık ve duyarlılık yaratır, ve bu sorunları siyasetin bir parçası haline getirir. Devletten ayrı ve devletin eleştirilebileceği bu kamusal alan esnek yapısı nedeniyle farklı zamanlarda farklı konu ve sorunlara ev sahipliği yaparken, aynı zamanda siyasi iktidar karşısında bir denetim mekanizması oluşturur.
Siyasal katılım bu kamusal alana dahil olan, onu etkileyen ve şekillendiren tüm eylemlerdir. Oy vermeden tutun da terörist eylem düzenlemeye, sosyal paylaşım sitelerinde elektriklerin kesilmesini eleştirmekten tutun da, şehrin meydanında barış şarkıları söylemeye kadar… Geleneksel katılım yöntemleri “iyi yurttaş" tan beklenenlerdir ki bunlar oy verme, politik kampanyalarda gönüllü hizmette bulunma gibi eylemlerdir. Bir de zaman zaman “uygunsuz” kabul edilebilen, yasal fakat henüz gelenekselleşmemiş eylemlerdir. ( bkz. Doğuş Derya mecliste kendi yeminini okurken “Çok ayıp" diyen milletvekili) Bunlar imza kampanyaları, boykota destek verme, gösteri ve protesto düzenleme gibi çeşitli eylemleri içerir. Bir de yasal olmayan katılımcılık vardır ki bunlar yasaları ihlal eden, politik suikast ve terör saldırısı gibi eylemlerdir.
Peki Kıbrıslılar siyasete nasıl katılır? Kıbrıslılar “tedbirli”dirler, herkes öyle her şeyi desteklemez, her şeye katılmaz! – Simdi birçokları için uç bir örnek olacak ama- Mesela günümüzde bir çok ülkede eşcinsellerin evlenmesi yasallaşmışken, Kuzey Kıbrıs’ta, hem toplum hem anayasa tarafından dışlanan LGBT (Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Transseksüel) bireylerin varlığına dikkat çekmek için , iş kaybetme veya aileden dışlanma korkusuyla gizli eylem düzenlenir. Bu konuda aslında birçok insan bir şeyler söylemek, yazmak ister ama “uygunsuz” bulunma korkusuyla çoğu sessiz kalır. İşte bu sessizlikler toplumsal değişimin, yeni toplumun yeni ihtiyaçlarının üstünü örter, birçok konunun kamusal alanda ele alınmasını, siyasetin bir parçası haline getirilmesini engeller.
Evet, 28 Temmuz erken seçiminde oy oranı düşüktü. Ama zaten Kıbrıs’ta siyasal katılım her zaman düşük, ya da içeriği kısıtlı oldu; çoğumuz tarafından katılımcılık oy vermekti. Bu yüzdendir ki ilk kez bir milletvekili, mevcut milletvekilliği andını “erkek egemen” ve “çoğulcu bir dilde yazılmamış” seklinde niteleyip, kendi yazdığı yemini okuyarak “ırkı, dili, dini, cinsiyeti, cinsel yönelimi nedeniyle kimsenin ayrımcılığa uğramaması için” çaba göstereceğine söz verirken, arka sıralarda oturan başka bir milletvekili “atın gendini dışarıya be” diyebildi. Çünkü Kıbrıslı, uygunsuz kaçacak korkusuyla, kamusal alanı belirleyen tartışmalarda bu tur ayrımcılıklara hala yeterince yer vermiyor; dolayısıyla onu temsil eden ve Doğuş Derya’yı ayıplayan milletvekilinin de bundan haberi olmuyor.
***
Sonuç: Kamusal alan, kısaca, toplumu ilgilendiren düşünce ve eylemlerin üretildiği, devletten bağımsız ve herkesin katılımına açık olan toplumsal etkinlik alanıdır. (Kamusal alan kavramı, sınırları ve kamusal alanın yapısındaki tarihsel değişim konusunda çeşitli görüşler vardır.) Siyaseti şekillendirmemizde aracı olan kamusal alanı oluşturan ve siyasi iktidarı denetim altında tutan bizleriz. Bugün oy vererek mevcut siyasi düzeni değiştirebileceğimize olan güvenimizi yitirmiş olsak bile, ancak siyasi katılımın benimsenmiş ve geleneksel katılım şekillerinin dışına çıkabilmiş toplumların demokrasiyi yeniden şekillendirebileceklerinin farkında olalım. Toplumda yeterli siyasal katılımın olmaması ya o toplumun mevcut düzenden memnun olduğunu, ya siyaset konusunda yeterince bilgili olmadığını, ya da siyasi iktidarların toplumun görüşlerini önemsemediklerine inanıp siyasete yabancılaştıklarını gösterir. Veya, o toplum, siyasi katılımın önemini anlar ve temsilci seçip hükümetten icraat beklemenin yani sıra, farklı ifade mekanizmalarıyla politik, ekonomik ve toplumsal karar alma sürecini şekillendirir. Günümüzde sosyal medya, siyasal örgütlenme ve katılım için yeni alanlar oluşturmakta ve bireye oy vermenin dışında çeşitli siyasi katılım imkânları sunmaktadır. Toplumsal hareketlere, gösteri ve protestolara, doğrudan katılıma her hangi bir nedenden ötürü dahil olmaktan çekinen birey ve gruplar dolaylı yollarla da siyasal katılım gösterebilirler. Arkadaş ve aile toplantılarında, toplumsal meselelerle ilgili düşüncelerini dile getirerek de siyasetin şekillenmesine katkıda bulunabilirler. Ancak kendi kendini örgütleyebilen, devlet iktidarını denetleyen, çoğulcu yapıya sahip bir sivil toplum demokrasiyi yeniden tanımlayabilir, böylece hem siyasete hem kendine olan güvenini tekrar elde edebilir. Uzun sözün kısası, siyaseti siyasetçilere bırakmanın, oturup icraat beklemenin devri çoktan geçti; siyasi iktidarı hem siyasal katılımla desteklemenin, hem de başına bela olmanın zamanıdır!