Bundan bir süre önce katıldığım bir etkinlikte, kulak misafiri olduğum bir diyalogdan bahsetmek istiyorum size.
Duyduklarım, çok sıradan, çok tanıdık şeyler aslında...
Diyaloğun tarafları, bir siyasetçi ve o siyasetçinin siyaset yaptığı partinin üyesi olan bir vatandaş.
Eksiği, kusuru olabilir belki ama iki kişinin karşılaştıkları an itibarıyla yaptıkları konuşma üç aşağı beş yukarı şöyle:
Siyasetçi: ‘… Hanım iyi akşamlar, nasılsınız görüşmeyeli?’
Vatandaş: ‘Nasıl olabilirim … Bey. Sayenizde hiç iyi değilim.’
Siyasetçi: ‘Hayırdır ne oldu?’
Vatandaş: ‘Ben yıllardır bu partinin üyesiyim ama işsizim. Başkan beni ….’da işe koydurabilirdi eğer isteseydi. Ama koydurmadı. İnsanlar sürekli bana, ‘sen o parti için o kadar çalıştın ve seni bir yere yerleştirmediler mi’ diye soruyorlar. Beni bu duruma düşürdünüz, hepinize çok kırgınım, seçimde size oy vermemeyi dahi düşünüyorum.’
***
Benim özet geçtiğim bu konuşmanın ardından siyasetçi cebinden bir kağıt ve bir kalem çıkarıyor, ‘gerekli’ notları alıyor.
Devamında konuşulanları bilmiyorum, çünkü yanlarından ayrılıyorum.
Ama böylesi bir konuşmanın sonunun nasıl bittiğini bilmek için ille de dinlemeye gerek yok.
Tahmin edebiliyorum.
Sizler de ediyorsunuzdur.
Peki önemli olan nasıl bittiği mi bu konuşmanın?
Hayır, esas önemli olan bu konuşmanın, bu ülkede siyasetin taraflarının nasıl belirlendiğinin, siyasetçinin bu arenada nasıl var olduğunun ve daha da acısı, vatandaşın siyasetten ve siyasetçiden ne beklediğinin küçük ama tanımlayıcı bir örneği olması.
Siyasetin formülü; ‘iş=oy’ ise, slogan da şöyle olur sanırım:
“Bir işe yerleştirilen her birey, size oy olarak geri dönecektir”.
***
İş talebiyle belediye başkanlarının, milletvekillerinin, bakanların kapısını aşındıran insanlara kızıyoruz ya hep...
Düzenin bu şekilde kurulduğu bir ülkede, düzenden nemalanan, bu düzenin bizzat yaratıcısı ve başlıca sömürücüsü olan siyasetçiye daha çok kızmak lazım aslında.
Konuştuğunuzda bu sistemden şikayet edip de aslında işine gelmediğinden değiştirmek için hiçbir şey yapmayan siyasetçiye!
Hak ve hukuk yok sayılarak, ‘tutanın elinde kalır’ mantığıyla yaratılan bir yapının içinde, ganimetler üzerine inşa edilen ve bu zihniyetin yaşamın her alanına yayılarak bir kan emici haline geldiği bu ülkede, bir yerlere gelebilmek ya da bir şeylere sahip olabilmek için ödenen bedel sadece ve sadece sandığa atılan bir oydan ibaretse…
İnsanlara, emeklerinin karşılığında değil de rozetlerinin karşılığında yürüyebilecekleri öğretildiyse bunca sene…
Jurnalcilik ve yalakalıksa var olmanın raconu…
Kime kızmak gerek siz söyleyin.
Jurnalciye mi?
Yalakaya mı?
Yoksa ispiyona ve yalakalığa prim verenlere mi?
Siz istediğiniz kadar bariyerler çekin nehrin kollarının önüne.
Su, denize akacak bir yol bulur sonunda.
Eğer o suyun denizle buluşmasını önlemekse niyetiniz, kaynağını kurutacaksınız.
Sistem de aynen öyle.
Erktir yöneten bu sistemi.
Dolayısıyla da aşağıdan yukarıya değil, yukarıdan aşağıya doğru yapacaksınız temizliği.
Tıpkı apartmanın merdivenlerini, aşağıdan yukarıya doğru değil, yukarıdan aşağıya doğru temizlediğiniz gibi.