Aslı Murat
Günümüzde sol ideolojiyle ilgili tartışmalar geniş bir yelpazeye yayılmış durumdadır. Bununla birlikte, sistemin temelinde toplumsal cinsiyet eşitsizliğini besleyen unsurlar bulunduğunun genel olarak kabul edildiği söylenebilir. Bu noktadan hareketle, sol politikaların üretim sürecinde “kadınların ve eşcinsellerin” de söz sahibi olması gerektiği hemen hemen tüm sol yaklaşımlar tarafından dillendiriliyor.
İlk bakışta solda durup da bu görüşleri savunanların tam anlamıyla hemfikir oldukları düşünülebilse bile, aralarında asla önemsiz sayılamayacak bir fikir ayrılığı bulunan, iki ayrı grubun varlığını tespit etmek gereklidir. Bu gruplardan birincisinin mensupları, “kadınları ve eşcinselleri” politika üretme süreçlerine katmayı arzu etmelerine karşın, esas itibarıyla ataerkil sistemden ve onun ürettiği anlayıştan kopamamış durumdadırlar. İkinci grupta ise feminist politikayı özümseyenlerin bulunduğunu söylemek mümkündür. Aşağıda, bu iki grubun görüşleri ayrı ayrı ele alınacaktır.
1. Ataerkil Sisteme Göre Kadın Siyasette Neden Temsil Edilmelidir?
Aksu Bora, “Feminizm Kendi Arasında” isimli kitabında yer alan “Temsîli Kadın Kadınları Temsil Edebilir mi?” isimli bölüm altında yer alan birden çok makalede, “siyasette kadın temsili” meselesini tartışır. Bora, kitap içerisindeki ilgili bölüm altında yer alan, “Piyes Değil, Temsil, Temsil!” isimli makale aracılığıyla birtakım saptamalar yapar. Buna göre, ataerkil sistem içerisinde, ülke yönetiminde kadınlara yer verilmesinin nedenleri arasında Batılılaşma ve medeniyet gösterisinin ilk sıralarda yer aldığı görülür. İçinde yaşadığımız modern toplumlarda, kadın-erkek eşitliği meselesi, çoğu zaman dilimize doladığımız insan hakları, demokrasi, eşitlik kavramları gibi içi boşaltılmış, politik meze hâline getirilmiş bir husus olarak dile getirilir. Örneğin Kıbrıs’ın kuzeyinde hemen herkes, kadın-erkek eşitliğini savunduğunu iddia eder. Kadınların toplumun geleceği için önemli olduğu her 8 Mart’ta zikredilir, kadınlar “anne” olarak “baş tacı” edilir, seçim süreçlerinde siyasi partiler çağdaşlıklarının göstergesi olarak (seçilebilecek yerlerde olmasa da) listelerinde kadın adaylara yer verir. Buna karşın, feminist değerler temelinde, toplumsal cinsiyet eşitsizliğine karşı politika üretileceğine ilişkin herhangi bir seçim vaadine ya da icraata rastlamak mümkün değildir.
Sol partiler de seçim dönemlerinde listelerinde kadın adaylara yer verir. Fakat söz konusu kadınların seçilebilme imkanlarının geliştirilmesine dair çözüm önerileri sundukları herhâlde söylenemez. Bu sebeple kadınların seçilebilmesinin önündeki engeller tartışılmaz, bu konuda herhangi bir sorunun varlığından dahi bahsedilmez. Bora’nın da belirttiği gibi, listelerde yer alan kadınlar, toplumsal cinsiyet eşitsizliği kurgusundan şekillenen kadınlık deneyiminin farkına varamaz ve bir bakıma “erkekleştirilir” [1]. Bu sürecin meşrulaştırıcı sloganı da hazırdır: Siyasette “kadın-erkek yok, ‘insan’ vardır”! Diğer bir anlatımla sorun yok sayılıp, tali bir mesele olarak değerlendirilir. Hâl böyle olunca, kadın siyasetçiler, gerek parti yönetimlerinde, gerekse seçilmeleri hâlinde parlamentoda feminist mücadeleye dair hiçbir girişimde bulunmazlar. Bir bakıma ataerkil sistem tarafından çizilen “siyaset yapma çemberi”nin içine sıkışıp, sistemi yeniden üretirler.
Özetle, ataerkil sistem kadının siyasette yer almasına şu nedenle “göz yummaktadır”: Herhangi bir kadının karar alma mekanizmalarında yer almaya başlamasıyla, içinde faaliyet gösterdiği siyasi mekanizma kendini dışa karşı medeni–çağdaş olarak sunabilir. Böylece cinsiyetçi politikalara karşı mücadele etmek anlamsızlaşır. Çünkü kadının siyasette yer almasıyla kadın-erkek eşitliği sağlanmış olur. Artık ataerkil sistemin dönüşümünü sağlamak, ertelenebilecek sorunlar arasındadır. Kısacası -şekli anlamda- görüntü kurtarılmıştır!
2. Feminist Politika İçerisinde Kadın Temsilinin Önemi Nedir?
Bora, önceki bölümde aktarılanların yanında, “Kuku Kardeşliği” isimli makalesinde, politikada kadın temsili ile “temsilî kadın" ayrımı üzerinden, feminizmde kadın temsilinin ne anlama geldiğine dair görüşlerini paylaşır. İlk olarak kadın temsili meselesinin aslında temsilde adaleti sağlamak ile alakalı olduğu tespitinde bulunur. Şöyle ki, ülke nüfusunun yarısını oluşturan kadınların ülke yönetiminde %8 (KKTC meclisinde 50 milletvekilinden sadece 4’ü kadın) oranında söz sahibi olabilmeleri temsilde adaletin tesis edilemediğinin önemli bir göstergesidir. Bir başka deyişle, temsil oranında kadın ve erkek arasında büyük bir fark varsa, temsilde adaletten bahsetmek mümkün değildir.
Kadınların toplumsal cinsiyet kurgusu çerçevesinde şekillenen konumları göz önüne alındığında, siyaset sahnesinde yaşanan yarışa erkeklerin gerisinden başladıkları ortadadır. Virginia Woolf, “Kendine Ait Bir Oda” isimli eserinde, kadının toplumdaki ve edebiyattaki yerine ilişkin fikirlerini paylaşır. Burada aktardıkları, yaşamın her alanında, kadınların ataerkil sistem tarafından ikincil cins hâline getirildiğini açık bir şekilde ortaya koyar. Woolf, kadınların erkeklere oranla hem maddi hem de ussal olarak ikincilleştirildiğini söyler. Çözülmesi gereken bir sorun ile karşılaşılması durumunda, kadınların “bunu beceremezsin, yapamazsın, senin altından kalkabileceğin bir iş değil” sözleri ile karşılaştıklarını belirtir. Woolf, bu savı destekleyici bir alıntıya da yer verir: “Bir kadının beste yapması bir köpeğin arka ayakları üzerinde yürümesi gibidir. İyi yapmamıştır ama yapmış olması bile şaşırtıcıdır.” Aktarılan cümle bir bireyi aşağılamanın yanında, kendini gerçekleştirme cesaretine sahip olmasını da engelleyebilecek niteliktedir. Woolf, ayrıca, ussal özgürlüğün maddi olanaklar çerçevesinde var olabileceğine inanır. “Kadınların yalnızca 200 yıldır değil, en başından beri yoksul olduklarına” ve birçok başarılı erkeğe nazaran imkansızlıklar içinde yaşamalarından ötürü edebiyat alanında üretici olamadıklarına vurgu yapar. Günümüzde kadın ve erkeklerin mülkiyete sahip olma oranı sırasıyla %2 ile %98’dir. Bu bilgi ışığında geçmişten günümüze pek bir ilerleme sağlanamadığı ortadadır. Özetle kadınlar, ataerkil ve kapitalist sistemin birlikteliği sonucunda, hem maddi, hem de zihinsel anlamda dört duvar arasına sıkıştırılmıştır.
Aslında Woolf’un görüşleri yalnızca edebiyat alanında değil, siyasi arenada da geçerlidir. Özellikle evli ve çocuk sahibi kadınlar, politika üretebilmek için yeterli maddi birikime ve deneyime ulaşabilmelerine olanak tanıyacak zamana sahip değildirler. Aile kurumu içerisinde kadına, ev kadını rolü yanında anne rolü de yüklenmektedir. Buna bağlı olarak kadınlar, ev dışında çalışıyor olsalar dahi, ev içinde yapılması gereken işleri tek başlarına yüklenmek zorundadırlar. Ev içi, kadının “egemenliğine” bırakılan bir alan olarak tarif edilir. Bir bakıma kadın, toplumsal hayattan soyutlanır, ev içine hapsedilir. Buna ek olarak, Kıbrıs’ın kuzeyinde hâkim olan “politika yapma biçimleri” kadınların rahatlıkla eklemlenebilecekleri tarzda değildir.
Yukarıda belirtilenler ışığında, kadınların politikadaki temsiliyetinin önündeki engellerin, biyolojik cinsiyetten değil, bahsedilen biyolojik cinsiyet üzerinden şekillenen toplumsal yargılardan kaynaklandığı açıktır. Bu sebeple, tartışma konusu yapılan temsilde adaletsizliğin “kadın sorunu” olmadığını, aksine meselenin ataerkil sistem içerisindeki güç ilişkilerinden hareketle var edilen politik kurgular tarafından şekillendiğini ortaya koyan feminizm, çözüme ilişkin daha kolay saptama yapmamıza fırsat verir.
Feminist siyasetin, demokrasi, eşitlik, adalet ve özgürlük mücadelesi olduğunu kabul etmemiz hâlinde, kadınların siyasette yeteri kadar temsil edilmemelerinin biyolojik cinsiyetlerine bağlı koşullardan kaynaklanmadığı anlaşılabilir. Aslında temel mesele “temsilde eşitliğin” sağlanması değil, eşitsizliğin nedenleri üzerinden yapılacak saptamalardan hareketle, bunlara ilişkin geliştirilecek olan politikaların üretilmesidir.
Sonuç
Görüldüğü üzere, ilk bakışta, “kadının siyasetteki temsili”nin sadece feminizm açısından değil, iktidara gelebilmek amacıyla “vitrin siyaseti” yapan yaklaşımlar için de bir mesele olduğu düşünülebilir. Ancak ataerkil sisteme ve anlayışa eklemlenen “sol” yaklaşımla feminist sol yaklaşım arasında çok temel bir fark vardır. Ataerkil sisteme ve anlayışa eklemlenen “sol” yaklaşım için mesele, aslında, “kadının temsili” değil “temsilî kadın” politikasıdır. Yani bu yaklaşımın derdi, kadınları çağdaşlığın ya da solda durmanın bir gereği olarak vitrinlerine çıkarmak ve belki bilerek, belki bilmeyerek, bu yolla kadının siyasette hakiki temsiline ilişkin sorunları perdelemektir. Bu yaklaşım, LGBTQ bireyler için de geçerlidir.
Oysa feminist sol yaklaşım için mesele, kadınların ya da LGBTQ bireylerin çağdaşlığı sembolize eden bir vitrin malzemesi olarak kullanılması değildir. Kadın ve LGBTQ bireyler siyasette hakiki bir temsil olanağına sahip kılınmalı ve bu olanağın önündeki engeller tespit edilmeli, tartışılmalı, en kısa sürede ortadan kaldırılmalıdır. Aksi hâlde solun, günümüzde biyolojik anlamda kadın olanlara milletvekili, bakan, hatta başbakan olma “şansı tanıyan” muhafazakâr sağdan ciddi bir farkı olduğunu söylemek mümkün olmaz.
Kaynakça
Aksu Bora, Feminizm Kendi Arasında, Ayizi Yayınları, 1. Baskı, Ankara 2011.
Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda, İletişim Yayınları, 9. Baskı, İstanbul 2009.
[1] Feminist politika kadınlık ve erkekliğin toplumsal olarak üretildiğini söyler. Bir başka deyişle cinsiyetler arasında yapılan ayrımların, biyolojik özelliklerden öte politik tahayyül sonucunda yaratıldığını ileri sürer. Bu sebeple “erkekleştirmeye” ilişkin yapılan saptama, kimlik siyaseti üzerinden değil, cinsiyetlerin politik kurgulanışları temelinde değerlendirilir.