SOFİ’NİN HİKÂYESİ (1)

Yıllarca İstanbul’da benimle birlikte yaşamış, bana riyasız bir dost olmuş, yalnız günlerimi paylaşmıştı. Adaya dönerken onu da beraberimde getirdim

            

 

     Yıllarca İstanbul’da benimle birlikte yaşamış, bana riyasız bir dost olmuş, yalnız günlerimi paylaşmıştı. Adaya dönerken onu da beraberimde getirdim. Önceleri zorlandığını hissettim ama daha sonra sanırım sevdi buraları. Buraları derken yaşayacağı evi ve bahçeyi sevdi. Özellikle de bahçeyi. Uzun zaman bir apartman dairesinde yaşamış, apartmanın müşterek bahçesini yalnızca beşinci kattaki evimizin penceresinden kuşbakışı seyretmekle yetinmiş olan Sofi,  adadaki evimizin bahçesini çok sevmiş olacak ki eve zor girer olmuştu ilk günler. Buna ben de şaştım çünkü İstanbul’da arada bir hava alsın diye götürdüğüm bahçelerde, parklarda kafesinden çıkmak istemez, zorla çıkardığımda da ısrarla kafesine girmek isterdi. Onu biraz çimenlerde yürütebilmek için kafesini alır uzaklara götürürdüm çünkü ancak o zaman yürümek zorunda kalırdı. Ama ne yürüyüş!.. Karnı yere değecek şekilde,tıpkı arazide düşmanı izleyen komando gibi!..  Adımları yavaştan başlar sonra hızlanır ve koşarak kafesine girerdi. Birkaç arkadaşımla onun bu durumunu konuştuğumda daha da içim parçalandı zavallıcığın haline. Aslında bunu ben de biliyordum ama onlarla konuşunca iyice emin oldum. Sofi’nin ısrarla kafesinde kalmak istemesinin nedeni ,onu götürdüğüm yerde bırakacağım korkusuydu. Terk edilme duygusunu, korkusunu küçücük yüreğinde ne kadar şiddetli hissediyordu ki çimende bir saniye dolaşmayı bile reddedip ısrarla kafesini istiyordu. Kafes onun sığınağı, evi oluyordu öyle zamanlarda. O korkuyu yaşayacağına keşke hiç evden çıkarmasaydım derdim kendi kendime ama yine de nadir de olsa biraz havalansın diye çıkarırdım. Eve döndüğümüzde gözlerinden ve özgürce yürüyüşünden anlardım artık kendini emniyette hissettiğini. Yayılır yatardı sepetinde. Uzun uzun uyurdu. Uyanınca sanki bana olan minnetini ifade etmek istercesine etrafımda mırıl mırıl dolanır dururdu.

     Sofi’cik adaya ayak bastığımız an görevlilerce elimden alınıp apar topar karantinaya götürüldü. Ocak ayının son günleriydi ve hava çok soğuktu. Ada ılıktır diyenlere inanmayın. Daha kuzey enlemlere göre ılık olsa da çoğu evlerde ısıtma tertibatı yok diye adada bayağı soğuk oluyor kışlar. İşte böyle soğuk bir kış günü Soficik yabancı ellerle karantinaya götürüldü.  Oysa o devamlı kontrolleri yapılan, aşıları hiç aksatılmayan sağlıklı bir kedicikti. Sağlık karnesi bile vardı. Evet evet!. Sofi bir kedi!..  Bir siyam kedisi…  Kulakları, patileri, kuyruğu siyah; gözleri deniz mavisi… Eskilerin  “çizmeli kedi” dediği bir kedicik.

     Sofi uzun bir süre karantinada kaldı. Bu süre boyunca her gün Girne’den karantinanın bulunduğu Lefkoşa’ya adeta mekik dokudum. Oradaki hayvanlar tabiri caiz ise tam bir sefalet içindeydiler. Hücre gibi odacıklarda havadan yoksun, soğuk, ıslak taş zemin üzerinde yatmaya mahkûm edilmiş bir sürü kedi, köpek ve başka hayvanlar vardı. Sahipleri gitmeden karınları doyurulmayan, temizlenmeyen, ilgilenilmeyen bir sürü kaderine terk edilmiş varlık… Oysa onların hepsi itinayla büyütülmüş, veteriner kontrolleri aksatılmamış, iyi beslenen ve yaşadıkları evin bir ferdi sayılacak kadar sahipleri tarafından sevilen birer varlıktılar. Kim demiş hayvanların duyguları yok diye? Onlar çoğu insandan bile daha duygusaldırlar. Karantina denilen bu yerde hepsi şaşkın ve zavallı bir ifadeyle, sorgulayan gözlerle bakıyorlardı etraflarına. Hava alanından onu kafesiyle almışlardı. İyi ki de kafesi yanındaydı çünkü o hücrede ona aşina tek eşyası kafesi ve içindeki battaniyesiydi. Her gidişimde onu kafesinde sinmiş, ürkmüş vasiyette buluyordum. Beni görür görmez kucağıma fırlıyor mırıldıyor; sanki şikâyetlerini bana anlatmaya çalışıyordu. Bu mahkûmiyetten beni sorumlu tutmamış, bana küsmemişti belli ki.  Oysa

 

İstanbul’da iken eve geç geldiğim zamanlarda küser, uzun süre saklanır, saatlerce kendini aratırdı. Bunun farklı bir olay olduğunu anlayacak kadar akıllıydı Sofi’cik.

     Cennetten cehenneme getirilmişti sanki. Binanın insan barındıran bölümü yani orada çalışanların bulunduğu bölüm sıcacık iken hayvanların bölümü buz gibiydi. Oralarda ısıtma tertibatı yoktu. Evden getirilen battaniye ve kazak türü şeylerle herkes hayvancığını ısıtmaya çalışıyordu. Birkaç kez oranın yetkilileriyle bu hususları konuştuk. Bu hayvanlara ya doğru dürüst bakılmalı ya da sahiplerine verilmeliydiler. Alınan cevaplar hep olumsuzdu. Devletin yasasına uyuyordu onlar ve yasa da bunu gerektiriyordu. Yetkililer öyle diyorlardı. İşin en komik tarafı bu hayvanların orada kaldığı her gün için bir bedel ödeniyordu. Hayvan orada nerdeyse ölüme terk edilecek ve siz üstüne bir de para ödeyeceksiniz. Karantina varsa eğer bir memlekette orada alıkonulan Allahın yarattığı bu varlıklara da lâyıkıyla bakmak gerekmiyor muydu?

       Neyse, o karantina günleri bitti sonunda. Soficik her gün ziyaret edildi ve belki de o moralle yaşayabildi o cehennemde. Onu alıp Girne’deki yeni evimize getirdim.  Birkaç gün yadırgadı, sadece benim yanımda oturdu, gelenlerden kaçtı, dışarı çıkmaktan ürktü. Sonra oranın bize ait olduğunu anladı mı ne; bahçede temkinli adımlarla dolaşmaya başladı. Hatta o kadar sevmiş olacak ki açık havayı, bir gün eve hiç girmedi. Gece de gelmedi. İngiliz komşularla bahçelerde fenerlerle saatlerce onu aradık. Yoktu!..

     Gece hiç uyuyamadım, kulağım hep kapıdaydı. Gelip kapıda miyavlayacağını umuyordum. Çünkü İstanbul’da da bazen apartman merdivenlerine kaçar ama kısa süre sonra “aç” der gibi miyavlayarak kapıyı tırmalamaya başlardı. Kediler ve köpekler koku alarak evlerini bulurlar diye teselli edemiyordum kendimi çünkü Sofi’cik bahçe kapısından dışarıya daha hiç çıkmamıştı. Tanımıyordu oraları.

      Ertesi gün bütün mahalleyi, hatta civar mahalleleri dolaştım. Her gördüğüme sordum ama gören olmamıştı onu.  O gün ve gece, daha sonraki gün ve gece Sofi’den eser yoktu.  O günlerde çektiğim vicdan azabı şimdi bile içimi parçalıyor. Kaybolmuştu!..  Nereye gider, bu soğukta nerede barınır, ne yer ne içerdi? Hayatında açık havada yaşamamış; kış günlerini sıcacık evinde, kalorifer üstlerinde geçirmiş bu hayvancık o soğuk gecelerde ne yapar diye acı içinde kıvrandım durdum. Geceleri duyduğum köpek havlamaları endişemi daha da artırıyordu. Avucuma sığacak kadar küçücükken aldığım ve yıllarca çocuğum gibi büyüttüğüm bu masum hayvancığı buralara getirip onlara mı parçalatmıştım? Kahrımdan ve vicdan azabından ölebilirdim ama elimden ne gelirdi ki!..

    Üç gün üç gece Sofi eve dönmedi. Bu zaman içinde aramadığım yer, çevrede sormadığım insan kalmadı. Perişan olmuştum ama yapacak bir şey yoktu. Alışmalıydım artık onun yokluğuna.

                                                                                    

(Devam edecek)            

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                

 

Arşiv Haberleri